Biz burada ne arıyoruz?
Tam kırk beş dakikadır aynı masanın etrafında oturmuş,
sessizliğimizi paylaşıyoruz. Garsonlar
bile dışarıdaki muharebeye dalıp gitmiş, bizimle ilgilenen kimse yok. Hatta bugün
çalışmıyor bile olabilirler… Evet, belki de şu anda sıra dışı bir eylemin
ortasındayız.
Alev, lavaboya gideli on beş dakika oluyor. En son bir yere gitmiş ve 14 yıl dönmemişti.
Tuvaletten buraya o kadar mesafe yok, bu
sefer daha erken gelecektir.
Ömrünü devrimci mücadeleye vakfetmiş Fırat, Bruegel’in
tablosundaki İsa kadar görünmez şu anda. Bazen tüm insanlık uğruna kendini feda
eden biri bile geri planda kalabilir, hayatın minnete dair kabarık bir sabıka
dosyası var…
Fırat’ta bugün bir şey var… Sanki bir şey söylemek istiyor
da söylemeye kalksa söyledikleri ucuz bir kaybedişe konu olacak diye korkup
vazgeçiyor. Ee Fırat, bazı kelimeler yazıldığı gibi söylenmiyor!
Fırat, bugün sanki biraz bana mı benziyor ne? Oysa Fırat’la
biz ayrı hikayelerin kaybedenleriyiz.
Fırat o kadar kitap okudu, hep hayallerinin peşinden gitti; yine de mutlu
olamadı. Bense tüm hikayeleri tam da olayların düğümleri çözülmek üzereyken
terk ettim. Kitap ayraçlarını yarı yolda bıraktım. En güzel filmlerin yarısında çıktım. Oyunun en
heyecanlı yerinde “Ben eve gidiyorum” dedim. Ben de kendimce mutlu olamadım Fırat, benim de
kendime ait mutsuzluk yöntemlerim vardı.
Alev geldi, yerine oturdu. Dışarıyı seyretmeye başladı…
Alev, kafasını çevirip dışarıya bakıyor ya… O an sanki gidecek bir yer görüyor;
birazdan kalkıp oraya doğru yürüyecek ve yıllarca geri dönmeyecek… Neyse ki bugün hiçbir yere gidemez. Dışarıda
uzaylı istilasından beter bir kargaşa var… Tüm yollar kapatılmış, ulaşım
araçları garajlara hapsedilmiş ve tüm özgürlük hikayeleri yastık altı yapılmış…
Heyhat, bugün kimse hiçbir yere gitmiyor.
* * *
Alev ile Fırat ne anlatacağım diye ağzımın içine bakıyorlar…
Tam mutlulukla ilgisi olan bir şey anlatacağım, gözlerim doluyor, ağlamaya
başlıyorum. Fırat masadaki peçeteyi uzatıyor, “Hayırdır, neyin var?” diyor. Alev, üzüntüyle bakıyor bana:
“Ağlıyorsun”…
Hayır, ağlamıyorum Alev, gözüme biber gazı kaçtı! En son 99
yılında ağlamıştım.
“Mahalleden ayrıldığımız yazdı, doğru.”
Yok ondan değil, o kış Barış Manço ölmüştü, aklıma geldikçe
ağlıyordum.
Garsonlar arkamdaki aralık pencereyi kapatıyorlar… Kendimi topluyorum. Bir şeyler yapmam lazım…
Sanki şu anda benim bir şeyler yapmam dünyanın geleceği için hayati bir önem
arz ediyor. Bir anda herkesin tek umudu
oluveriyorum. Yüksek katlı binalar
çöküyor, göğe uzanan dağlar unufak olup
uçuşan toz zerrelerine dönüşüyor, sokaklarımız kızıl nehirler gibi akıp
gidiyor, Acun’un programlarının açık
olduğu televizyonlar buhar oluyor, denizlerimiz kaynatılıp ateş kesiliyor… Her
şey sarsılıyor, her şey dalgalanıyor ve her şey kayıp gidiyor… Bir şeyler
yapmalıyım…
Eski bir solcu, eski bir sevgili, onların karşısında “eskisi
gibi” olmaya çalışan ben… Bir fıkranın güldürmeyen karakterleri gibi bir
masanın etrafında buluşmuşuz. Tam o
vurucu final cümlesi ağzımdan çıkıverecek, Fırat benden önce davranıyor:
“Ben Alev’i seviyorum… “
Bravo Fırat, ben de tam onu söyleyecektim, sen benden daha çok
yaşayacaksın.
* * *
Sonra bir şeyler anlatıyorlar… Anlamıyorum. Kalkıp gitmek
istiyorum; ama dışarı çıkamıyorum. Sokaktan dumanlar yükseliyor… İçeriden…
Dışarıdan… Buralar hep yangın yeri! Nefes
almaya çalışıyorum, kafamı kaldırıyorum
ama ne kadar çırpınırsam çırpınayım bir türlü suyun yüzeyine çıkamıyorum. Boğulacak
gibi oluyorum. Nefesim kesiliyor. Tam
bayılmak üzereyim, biri beni kollarımdan
tutup karaya sürüklüyor.
Üstü başı su içinde, sırılsıklam… Bir süre hiçbir şey
söyleyemiyorum, öylece kalakalıyorum. Kafenin
camı kırılmış… Zorlukla nefes alan çocuk kalan tüm gücüyle konuşuyor. “Dışarısı”
diyor, “çok karışık…” Kırık cama doğru yürüyorum, dışarıya bakıyorum… Sanki yıllar sonra insanlığa ilham verecek
bir medeniyet inşa etmeye kalkılmış da daha en başında çimentodan çalındığı
için bir yere varılamamış! Kaybedişin bin türlüsü kaldırımdaki taşlara
kazınıvermiş… Bir sigara yakıyorum.
İçeriye doğru dönüyorum… Alev ile Fırat’a
bakıp gülümsüyorum. Sudan gelen çocuğa
selam verdikten sonra dışarıdaki kargaşanın içine doğru yürümeye başlıyorum.
İnsanların arasından öylece geçip gidiyorum; sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir
sıkıntımız yokmuş gibi... Ne kendim için ne de başkaları için bir şey yaptım
ben. Her şeye, herkese geç kaldım. Bu
yüzden şimdi sadece yürüyeceğim…