21 Haziran 2020 Pazar

Okulun İlk Günü





Bir sabah, bunaltıcı düşlerin birinden uyandığımda, kendimi koca bir aptala dönüşmüş olarak buldum.

                                                                                    * * *

TV tarafından yetiştirilen biri olarak, Türkiye’de hiçbir karşılığı olmayan karakterlerle dolu tam 22 gençlik dizisi izlemiştim. Bununla da yetinmemiş, sadece film izlemek için kullandığım ve denetimli serbestlikten yararlanmış Gültepeli bir bilgisayar korsanından aldığım -muhtemelen kapısının kilidine yeterli özeni göstermeyenlerden toplanmış- bilgisayarımla forumların altını üstüne getirmiş, yıllar sonra arama motoru sonuçlarında rastlayınca ‘gençlik hatası’ olarak değerlendireceğim sayısız hayran yorumuna imza atmıştım.
Neyse ki utanç, aptal bir iyimserlik üzerine inşa ettiğim “ergenlik” kalemin duvarlarının dışında kalıyordu. 

                                                                                    * * *

Zor bir yerde büyümüştüm. Dizilerdeki Kaliforniyalı sörfçülere en çok yaklaştığım an, annemin perte çıkan ütü masası ile dereye inip su sporlarının şanına gölge düşürdüğüm bir Yaz günüydü.             Annem, o gün olan biteni komşulara açıklamak için yüksek zekanın olası yan etkileri üzerine çardakta küçük bir konferans vermek zorunda kalmıştı. Dinleyicileri benim yeni Carl Sagan olduğuma ikna etmeye çalışırken gülmesine mani olamamış ve nihayetinde zamanının ötesinde bir bilim insanından çok eserikli bir yerli komedi karakterine daha yakın olduğumu kabullenmişti.
Kanalizasyonda büyüyen her fare Splinter Usta olmuyordu, birçoğu fare kalıyordu, oran oldukça düşüktü. Yine de izlediğim dizilerden öğrendiğim bir şey vardı ve açık konuşmak gerekirse bu, 15 yaşındayken bana tutunabileceğim sağlam bir dal gibi gözükmüştü. 

                                                                                    * * *

Salinger romanlarının çok bilmiş çocukları gibi varoluşsal bir kederin esiri olduğumu kimseye göstermemek için okuduğum şeyleri ve her şeyle dalga geçebilme becerimi kendime zırh yapacaktım. İlk başlarda çok bilmişliğim, kendime olan hayranlığım, küçük akvaryumun büyük balığı tavırlarım yüzünden gıcık olacaklardı bana. Ama sonra başımıza gelen türlü musibetler, küçük dünyamıza sığdırdığımız düşük bütçeli maceralar bizi birbirimize yakınlaştıracak ve aslında içimde bir yerlerde, benim bile anahtarını nereye sakladığımı unuttuğum bir kapının ardında, bambaşka bir ben olduğunu göreceklerdi. En azından diziler, bana bunun böyle olması gerektiğini düşündürmüştü.
                                                                                    * * *

‘Lisenin ilk gününe 20 kala’ kahvaltı masasından kalktım. Kardeşim İlhan Mansız saçı yapmak için babamdan arakladığı briyantini kafasına boca ediyor, annem babama kuşlarını kafesten çıkarıp ortalığı yine berbat ettiği için söyleniyordu. Babam ise yine fazla yüz verilmiş çocuğun birinin doğum gününde sihirbazlık literatürünün en ‘sihirsiz’ numaralarını sergilemeden önceki son provalarını yapımaktaydı. Tüm bu hengamenin ortasında ben ‘liseli’ oluyordum. Bahçe kapısına geldiğimde durdum ve bir an için beni harika bir hayatın beklediğine tüm kalbimle inandım.
Babam arkamdan bağırdı. 
“Bekle, ben de geliyorum. Öyle tek başına olmaz… Ama önce şu kuşları yakalamamız lazım.”

                                                                                    * * *

Belki bizim sınıftan olabilir diyerek okulun önündeki dar geçitte beliren herkese uzun uzun baktım. Sonuçta ne olursa olsun, buradan birbirinden izler taşıyan insanlar olarak çıkacaktık. İleride sıfırı tükettiğimiz bir akşam, masa boş şişelerle doluyken sığınabildiğimiz güzel bir hatıra olacaktık her birimiz; ya da sonradan başımıza gelecek tüm kötü şeyler için suçladığımız bir günah keçisi. Babam koltuğunun altındaki kuş kafesini yere koydu, ağacın dibine çömdü. Gidip yanına oturdum. Hayatım boyunca unutmayacağım bir Eylül gününde, babamla ilk defa bir yetişkin olarak konuşacaktım.

                                                                                    * * *

Boğazını temizledi, “Sen büyük adam olacaksın” dedi. 15 yıllık hayatımda benimle ilgili söylediği ilk iyi şeydi bu.
“Ben de senin gibiydim. Yanlış anlama, sen benden daha akıllısın! Göstermiyorsun ama iyi bir insansın da. Ben öyle değildim mesela... Hep bir kaçamak yol arardım. Okulda kurnazlık yapardım, nasıl kopya çekeceğimi düşünürdüm. İnsanları kandırırdım… Olduğum insanı sevmezdim, olmadığım gibi davranırdım. Senin gibi kendi kendime yetemezdim, beni sevsinler saysınlar diye başka türlü bir insan olurdum. Seviyormuş gibi yapardım… Anneni sevmiş miydim yoksa kendimi bile kandırdığım sihirli bir numara mıydı onu bile hatırlamıyorum. “
Bir süre durdu, konuşmadan kapıdan giren çocukları izledi. Bana döndü, gülümseyip iki avcunu gösterdi. Tüm numaralarını bilen biri olarak neyin geleceğini az çok tahmin edebiliyordum. İki avcunu da kapadı, bana doğru uzatıp birini seçmemi istedi. Başımla sağ elini işaret ettim. Önce sağ elini açtı, boştu. Sonra kapalı olan sol elini işaret etti; o da boştu. Güldü. Açıkta duran sol elini işaret etti, boş olan avcunda şimdi bir saat vardı.

                                                                                   * * *

Hiçbir şey dizilerdeki gibi olmadı; ama biz kendimizce mutlu olmanın yollarını bulduk. Dünyanın en önemli şeyini yapıyor olduğumuza kendimizi ikna etmeye çalışırken gözümüz başka bir şey görmedi, ihmal ettik birbirimizi. Ama elimize birbirimiz için bir şey yapabilme fırsatı geçtiğinde bunun için varımızı yoğumuzu ortaya koyacağımızdan asla şüphe duymadık. 
Daha kendimizi sevemeden başkalarını sevmeye çalıştık, her şeyi elimize yüzümüze bulaştırdık. Kurduğumuz çocukluk hayallerini kapının önüne koyduk, başkalarının dediklerini yaparak güzel evlerin fiyakalı kapılarını açma ayrıcalığını(!) kazandık. Gülmeyi, faniliğe karşı en büyük silahımız yaparak bunca zaman hayatta kalmayı başardık. Birazcık ‘tuhaf’, ‘değişik’ olmak popülerleşince her şey bizim için biraz daha kolay oldu.

                                                                                  * * *

Babam mı? Babam daha önce defalarca kez yaptığı ‘kaybolma’ numarasını yaptı. Şapkanın içindeki bir tavşan gibi yok olmaları ve beklenmedik anlarda ortaya çıkmaları ile meşhurdu. Kimi zaman aylarca o şapkanın içinde kaldığı olurdu. Lisenin ilk günü, bana o saati verdikten sonra kayboldu, bir daha da dönmedi.
Saat, ‘babamın gidişini 18 yıl geçiyor’du… Çocukluk alışkanlığı olarak arkada bir ses olsun diyerek televizyonu açtım, Netflix’te bir diziden diğerine zıplarken bir gençlik dizisinde durdum. Oturup birkaç bölüm izledikten sonra “Artık eskisi gibi gençlik dizileri yapılmıyor” diyerek kapattım. Geçmişe saplanıp kalmanın kimseye yararı yoktu, gelecek hala zırhını parlatan bir şövalye kadar havalıydı ama eskisi gibi iyi gençlik dizileri de yoktu şimdi, orada ben haklıydım.