21 Eylül 2011 Çarşamba

Tıkanma

Şu an tanımadığım birinin evinde tıpkı ormanı keşfe çıkmış bir safari ekibi gibi şaşkın şaşkın oturup etrafı gözlemliyorum. Yabancısı olduğum bu habitatın iklimi yüzünden boncuk boncuk terlemekteyim. İçerisi o kadar sıcak ki kendimi radyasyon ünitesindeki sızıntıdan ötürü erimeye başlayan bir bilim adamı gibi hissetmeye başladım. Böyle hissetmek için yabancısı olduğum bir ortamda bulunmanın haricinde elbette ki güçlü nedenlerim vardı.

Tüm filmlerde casusluk faaliyetlerinin odağı olan ve bu sebeple ne kadar mühim olduğu herkes tarafından bilinen havalandırma maalesef ki bu apartmanda yok. Belki vardır ama bubi tuzakları ile dolu bir mısır tapınağı kadar karmaşık yapıdaki bu eski binanın içerisinde unutulup gitmiştir. Yine de ben havalandırmanın es geçildiğini düşünüyorum. Bunu da mimarın maceradan yoksun kişiliğine veriyorum. Bilmiyorum belki de sadece Ege’de bahçesinde yeşil domatesler yetiştirilen emekli evlerini tasarlamıştır bugüne dek. Bu yapısal problemin dışında benim eriyip bitmemin çok daha büyük bir sebebi var: tıkanma!

Dandik bir cihangir apartmanına taşınıp tuşları basmayan bir daktilo kullansam dahi üstesinden gelemeyeceğim çapta büyük bir yazar bunalımı yaşıyorum. Bunun önüne geçmek, en azından durumun vahamatini unutabilmek adına Salinger’ın da zamanında aynısını yaşadığı ile ilgili bir hikâye uyduruyor, sonra da kendi uydurduğum bu hikâyeye inanıyorum. Bu sahtekârca ama beni rahatlattığı sürece bir sorun yok.

Stephen King’in Kara Kule’yi yazarken ilk başlarda “aman kim uğraşacak şimdi onca kitapla” dediğini, Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”yı yazmadan önce kim bilir kaç kez “aşklar yalan, konuşmaya bile değmez” deyip de bu eşsiz eseri neredeyse yaratmaktan vazgeçeceğini düşünüyorum. Eğer onlar vazgeçmiş olsaydı dünya ne kadar kötü bir yer olurdu diyorum. Ben de işte tam da bu yüzden pes etmeyeceğim.

Açıkçası iyi bir yazar olduğumu düşünüyorum ama unutulmaz bir yazar olmam için gereken şartların bir türlü olgunlaşamaması yüzünden kariyerim sekteye uğruyor.

Zenginliğinin hesabını yapamayacak kadar zengin bir ailenin kızı olarak büyük bir romancıda olması gereken “kapsayıcı hayal gücü” konusunda sıkıntılar çekiyorum. Yoksunluğu bırakın tecrübe etmeyi, kıyısından bile geçmemiş biri olarak yazacağım bir bilim kurgu kitabı ile Hugo ödülü ya da ne bileyim bir Nebula ödülü almam çok zor zira ben hiçbir şeyin noksanlığını çekmemek üzerine kurulmuş bir çocuk yetiştirme sisteminin ürünüyüm. Her istediğim daha düşüncesi aklıma düştüğü anda tedarik edildi ve bu yüzden post apokaliptik hikâyelerin o her şeyini kaybetmiş insanını betimlemekte ciddi sıkıntılar yaşıyorum. Gerçekten de tıpkı attığı bumerangın döneceğini kendine yaşam felsefesi edinen bu yüzden de ayrılık temalı şiirler çıkaramayan bir aborjin yazar gibi orijin kaynaklı bir sıkıntı yaşıyorum ben.

Bu yetmezmiş gibi dertleri kendilerini aşmış iki abim var. Biri boş zamanlarında kafatası tahlilleri yapıp Türklerin safkan kalması adına büyük bir mücadele veriyor diğeri ise yitirilmiş bir sevdanın ardından kendine işkence etmekle geçiriyor günlerini. Son günlerdeyse ikisi bir olmuş yan malikâneye taşınan doğu Avrupalı bir adama kafayı takmışlar. İsmi Dracula mıydı neydi… Her gün adamın evindeler. Beni de evden uzaklaştırmak istediler; ne halleri varsa görsünler. Zaten benim derdim bana yetiyor da artıyor bile!

Ben dertlerimi birbirine zincir yapıp beklerken ev sahibi o sıralar kim bilir kaçıncı düşündeydi. Adamın şu an evini soysalar, hatta bizzat kendisini soyup nahoş resimlerini çekip şantaj yapsalar ruhu duymayacak. Hatta şiddet pornosu dedikleri o testereli filmlerdeki kurbanlardan biri bile olabilir. İşte öyle pis bir dönemde yaşıyoruz ve benim hayal gücüm ağza alınmayacak fenalıklar söz konusu olduğunda öyle iyi çalışıyor ki şu an bana evini açmış bir adamın hunharca katledilmesine dair hayaller kuruyorum. Üzgünüm ama şu an korkunç ve iğrenç de olsa bir şeyler düşünmem gerekiyor, düşünmezsem sıkıntıdan patlayacağım. Karşı dairede oturan arkadaşımı beklerken içimde büyüttüğüm sıkıntı başlarda küçük bir gezegenken şimdi koca bir güneş sistemine dönüşmüş.

Sıkıntıdan patlamamak için odaya bir göz gezdiriyorum, o anda siyah bir deftere takılıyor gözüm. Hep üzerinde hiçbir şey yazmayan gösterişsiz defterlerin içinde sadece onu bulmak isteyenlerin erişebileceği sırlar varmış gibi gelmiştir bana. Neyin kafasını yaşıyorsam artık, bu hipoteze sımsıkı sarılıyorum. Bu yüzden olacak, dayanamayıp defterin kapağını açıyorum… Kargacık burgacık bir yazı, zorlukla okunuyor…

Şövalye ile Siyah Pelerinli

"Küçük kırmızı çatılı evleriniz vardı. Cennetin kapısında bekler, ölüp de o kapıyı çalmak için yaşardınız. Doğmakla yaptığınız hatayı telafi etmeye çalışırdınız… Sonra evleriniz yok oldu, yabancılaştınız. Kiminiz sokaklarda yalancı ölümsüzlüğü tadarken öldü. Kiminiz de karanlık şatolarda mücevherler içinde boğuldu ama her biriniz kayıp kıtalar, buharlaşan uygarlıklar, asla ispatlanamayacak hikâyeler gibi saklandınız; tıpkı yatağının altına saklanan küçük çocuklar gibi... İnanmadınız, bütün perileri öldürdünüz. İnanmadınız. Çünkü sevdikleriniz gittikten sonra, sevmek bittikten sonra ne o küçük kırmızı çatılı evleriniz ne de gök kubbenin altındaki hiçbir çatı kendinizi güvende hissetmenize yetmedi... Sonra çok içtiniz. Unutmak için... Unutamadınız, sonra daha çok içtiniz...

Onu unutamadın Bay Şövalye, unutamazsın. Hiçbiriniz unutamazsınız, lanetlendiniz siz! "

Dedi siyah pelerinli.

Artık kalplerimiz mühürlü olsa da eski günleri unutmuyorum ben. Cennete girmeyi değil cennetin kapısında bekleyip onun sesini duymayı istiyorum. Onun için sonsuz ıstırapları göze aldım. Hiçbiri bu karanlık şatoda, her gün tek bir gözyaşı damlası ile ölen insanları izlemek kadar acı veremez. Tüm acılarını, tüm güçlerini içinde sakladıkları tek bir gözyaşı damlası var düştüğünde tüm dünyada yankılanan... Gözyaşı denizini ortadan ikiye yarıp kaybedenlerin üzerine basa basa ilerliyorum. Kara gözükmüyor, çok karanlık... Neredesin?

“Sana tüm karanlığı gösterebilirim, hem de hepsini... Bu seni korkutmaz, kalbindeki karanlık kadar yoğun değil. Seni çingene düğünlerine, eski karnavallara da götürebilirim. Gülersin, yaşıyormuş gibi yaparsın... Hiçbir zaman onun yerine konulacak kadar değerli bir şey bulamadın şu dünyada. Kendi ruhunu bile vermeyi düşündün... Senin gibi büyük bir savaşçı daha iyi yaşamalıydı Bay Şövalye. Daha çok eğlenmeliydi, daha çok güneş gören bir şatosu olmalıydı…"

Dedi Siyah Pelerinli

…bazen onu hareketlerimde hissediyorum. Karnavallarda, çingene düğünlerinde benimle beraber dans ederken görüyorum onu. Hafızanın sırrı bu... Unutabilseydim de asla unutmazdım… Bazen sanki en başından beri tüm cevapları biliyormuşuz gibi geliyor; ama zamanla unutmuşuz da şimdi yeniden bulmaya çalışıyoruz... Yakında hatırlayacağım, onu nasıl geri getirebileceğimi bulacağım. O gün bütün şato aydınlanacak. O aydınlıkta dünyanın bütün sırlarını göreceğiz ikimiz beraber... Kimseye söylemeyeceğim sırları. Siz yüzümdeki o tebessümden anlayacaksınız ama artık sırrı öğrendiğimi... Artık ben de yaşamaya başlayacağım.

"bir iskelet ordusu kurup üzerlerine sürsem, alevden ejderhalar yaratsam, korkunç canavarlar çıkarsam topraktan... Bana onun yerini söylemezler ki yine!

Belli belirsiz karartılar göstersem... Ölümü göstersem onlara, sevdiklerinin öldüğünü göstersem... Ah, zaten bunu biliyorlar! Kimseye gördüklerinden daha korkuncunu gösteremem. Kimse bilmiyor ve kimse öğrenemeyecek onu nasıl bulacağını... Artık vazgeç, kabul et çaresizliğini. Kabul et artık!"

Dedi siyah pelerinli.

Asla vazgeçmeyeceğim...

Bazen diğerleri gibi siyah pelerinli de yalnızken mi ağlıyor diye düşünüyorum. Onun da sakladığı "tek bir damla gözyaşı" mı var yoksa? Yoksa her gün o da içinden mi ağlıyor?

Ağladıkça hayalleriniz gözyaşlarında boğuluyor... Bir gün denizi yarıp hayalimi çekip çıkaracağım derinlerden. Onu geri getirmenin bir yolunu bulacağım, nerede olduğunu ve neden artık gözükmediğini öğreneceğim...

* * *

Defteri kapadığımda düşündüğüm ilk şey şövalyenin kimi beklediğiydi. Burada iri kıyım bir sığır gibi yatmakta olan bu adamın uğruna böyle bir kitap yazdığı kız kim olabilirdi?

Eskiden birisi için kitap yazmayı salaklık olarak görürdüm ama sonradan her şeyi kendim için yapmanın daha da büyük bir salaklık olduğuna karar verdiğimden bu konudaki düşüncelerim de değişti. Yine de kim kendisi için bir kitap yazdıracak kadar güzel olabilirdi ki? Aklıma bizim okuldaki sarı kıvırcık saçlı kız geliyor şimdi düşününce. Benden güzel olduğunu kabul etmek zorunda olduğum tek kız… Sevgilisi, ondan ayrıldıktan bir hafta sonra içinde açılan boşluktan olacak, mide kanamasından ölmüştü…

Ancak çok güzel bir kız olmalı bu hikâyeyi yazdıran. Yine de bu hikâyedeki kayıp kahramanın gerçek olabileceği düşüncesi pek aklıma yatmıyor. Belki de tüm bunları kafasında kurdu. Belki de öyle bir kız yoktur, hiç olmamıştır… Olmasaydı nasıl yazacaktı ki? Ben gerçek olan bir şeyi bile bir vakanüvis titizliğinde birebir aktarmakta zorlanırken o nasıl olur da gerçeği büküp böyle bir hayal yaratabilirdi? Ne yaşamış olabilirdi? Başına ne gelmişti de böyle birine dönüşmüştü?

Uzun zamandır elle tutulur bir şey yazamamıştım. Hani şu Hudson nehrine bakan küçük bir dairede yaşayıp yayın evinin kendisinin yeni romanı için belirlediği son teslim gününü kaçırmış, kafeine bulanmış derbeder yazarlar gibi büyük bir çöküntü yaşıyordum. Ailemin desteğini çekmesinden sonra ( asırlar süren piyano eğitiminden sonra bir piyanist olmamı bekliyorlardı) anlıyordum ki zihnim de benden ümidi kesmişti. Hiçbir şey yazamıyordum artık. Hiç kimsenin yazamadığı kadar iyi şeyler yazacağıma olan inancım sarsılıyordu şimdi. Oysa eskiden çok güzel bir kitap yazacağıma inanırdım. Birisi o kitabı alacak ve beni, hiç tanımadığı ve hiçbir zaman da tanışmayacağı beni, tatlı bir tebessümle anacaktı. O kitap birbirini tanımayan iki insanın küçük sırrı olacaktı. Kocaman bir dünyayı küçücük bir kitapta yeniden yaratacaktık. Hiçbir zaman konuşmayacaktık o dünyanın dışında. Çünkü eğer çevre kirliliğinden, ayrımcılıktan, havaların bozmasından veya başka herhangi bir şeyden konuşacak olursak biz de herkes gibi olacaktık. Kendimizi ele verecektik. İşte bunu yaparsak gerçek oluruz ve bu sırrımıza ihanet etmek olur. Birbirimiz hakkında düşünürüz. Dertlerimiz, hayallerimiz olduğunu açık ederiz birbirimize. O zaman masal yok olur, gerçek başlar. Oysa bu ikimizin sırrı, birbirimizden habersiz yaşadığımız bir dünya. İkimiz de aynı yerde olduğumuzu biliyoruz ama birbirimizi görmezden geliyoruz. Yine de yakınlarda olma fikri bile bizi mutlu ediyor...

Bir gün tanımadığım birinin benim için gülümsediğini düşünüyorum. Acaba öyle biri hiç var oldu mu?

Her şeyi olmasına rağmen sahip olamadığı bir şey bulup onun peşinden koşan aklı bir karış havadaki o kızlardan biri değilim ama sanırım gerçekten de bende olmayan ve parayla da sahip olamayacağım bir şeyin peşindeyim…

Aklımda bir sürü soru vardı, bazılarına cevap bulmak için okumaya devam ettim:

* * *

"

Göl kenarında siyah bir karartı olan bu küçük şatoda Thor çekicini kaldırıyor Odin adına... Her vuruşunda deprem oluyor senin içinde bir yerlerde. Şatonun zindanlarında acı çeken ruhlar bile acıyorlar haline. Sahip olduğunu sandığın bütün bu zenginlikler; siyah bir kölenin acılarını taşıyan elmaslar, yaverlerini astıran kötü kalpli krallardan kalan lanetli sandıklar... Hiçbiri aslında o kadar değerli değil.

Rapunzel gibi hep kuleden aşağı bakıyorsun, Wendy gibi bilerek camları açık bırakıyorsun. Senin beklediğin kahramanlar atlarına binip giderler sadece; senin için gelmezler! Çeşmelerinden bal akan ülkenin kızını bulamazsın. Stephen King hikâyelerindeki çıldıran kızlar senin günahlarını paylaşmak, aynı yastıkla boğulmak için geleceklerdir. Bekle, onlarla daha iyi anlaşacaksın"

Dedi Siyah Pelerinli.

Siyah pelerinlinin söylediği hiçbir şey umrumda değil. Kelimelerle beni alt edemez. Benim gücüm daha kadim olandan geliyor. Dünyanın yok olmaya yaklaşması bana mani olamayacak. Eski kitapların arasında hala küçük bir umut görüyorum. Bana seni hatırlatan bir rüzgâr esiyor, yaşadığımı hissettiren. Bu karanlık, korkunç şatoda ölülerin pişmanlıklarını dinliyorum. "Keşke öyle yapmasaydım, keşke bir şansım olsaydı" diye inliyorlar susmamaya yemin etmişçesine.

Eskiden bir arkadaşım vardı bana atımı gölgeler vadisine doğru sürmemi öğütleyen. Çok aradım dediği yeri ama bulamadım. Belki de yeterince inanmadım senin aşkına. Şimdiyse bu ölüm kadar karanlık şatoda çıldırmamak için dua ediyorum sadece. Seni sadece çaresizlikten gördüğüm yanılsamalara hapsettim artık.

"Timsahın karnındaki saatin tik tak edişini duyuyor musun? Ne kadar korkunç bir ses! Yavaş yavaş ölüyorsun bu tanrıların unuttuğu mahzende. Hiçbir zaman taş köprüyü indirtip ejderhaların arasından yürüyüp günışığına ulaşamayacaksın... Şu duvarlara bak! Herkes çerçevelere hapsolmuş. Hepsini tanıyordun ama şimdi her gün mezarlarına bir gül bırakıyorsun, hepsi bu! Eğer gerçekten yaşadığına inansaydım, seni bir düelloya davet ederdim. Davetime icabet edip kibarca davranmanı ve sonra da tüm acılarını dindirmeyi isterdim. Onun büyüleyici gülümsemesini tekrar görebilmeni isterdim Bay Şövalye..."

Dedi Siyah Pelerinli.

O da inanmıyor senin ışığını bir gün fark edeceğime. Senin cennet denilen bir yerde olabileceğini düşünüyor. Ben cennetimi senin gözlerinden inşa ettirdim. Senin gördüklerin benin cennetim. Senin gülüşün benim kurtuluşum. İsa gelmeden seni bulacağım, onun yükünü hafifleteceğim. Bir de beni bu şatodan kurtarmak için uğraşmayacak… Senin bu karanlıklar diyarında bir yerlerde olduğunu ve hala beni beklediğini biliyorum.

"Senin için her gece perilere yalvarıyorum Bay Şövalye... Onlar artık görünmez oldular, zorlukla rastlıyorum onlara. Derdimi anlatamadan görünmez oluyorlar... Ah, sana yardım etmek isterdim ama bu cinnetle süslü duvarlar bana engel oluyorlar! Tanrılar şimşeklerini yolluyorlar yukardan, alevler saçıyorlar üzerine… Kurtuluşun olmayan ülke kadar uzak"

Dedi Siyah Pelerinli.

O da bana inanmıyor, inanacak gücü yok belki de. Seni bulamayacağımı sanıyor. Günün birinde kalemimin mürekkebi tükenecekmiş... O zaman gözyaşlarımla yazacağımı söyledim. Zamanla gözlerim görmeyecekmiş... O zaman seni içimde hissedeceğim, hatırladığım güzelliklerde bulacağım seni. Tüm bu karmaşadan, bu karanlık şatodan kurtulup sadece senin gülümsemeni izleyeceğim. Her şeyi geride bırakıp sadece seni seveceğim.

Siyah Pelerinli bir şey diyemedi bu sefer. Uzun uzun şatodan dışarıyı gözledi. Bazen onun da bir umudu olduğunu düşünüyorum. Bana benzediğini, belli etmese de bu umudu yüzünden acı çektiğini hissediyorum.

* * *

Siyah Pelerinli ile Şövalye birbirinin zıttı gibi gözükse de aslında birbirlerine benziyordu. Siyah Pelerinli sanki her şeye muktedir gibi ama bir şeyin imkânsızlığına inanıyor, onu gerçekleştirmeye gücü yetmiyor. Bu onu üzen de bir şey; bu Şövalye’nin istediği tek şey aynı zamanda. Ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü olduramıyorlar sanki… Eğer Şövalye’nin istediği şey olmazsa çok yazık olacak. Of… Böyle kalp kıran hikâyeler yazmaya çalışıyorum ama yazamıyorum ve sonunda ben kendim kalp kıran bir hikâyeye dönüşüyorum. Evdekiler, arkadaşlarım… Herkes bu hevesimin kabiliyetsizliğimin karşısında fazla dayanamayacağını, gidip lüks yatlarda güneşlenen ve insanlık tarihine bıraktığı tek kayıt üstsüz güneşlenirken çekilmiş fotoğraflarının yayınlandığı gazetenin kupürü olan birine dönüşeceğimi düşünüyor. Ben büyük bir yazar olmaya çalışırken hasbelkader bulunduğum şu odada karşı kanepede uyuyan adamın büyük bir yazar olabilme ihtimalini düşündükçe dehşete kapılıyorum. Bu nasıl olabilir?

Omuzlarıma kendi yüklediğim sorumluluk yetmezmiş gibi bir yandan da sıcak ve nem ile amansız bir mücadeleye girişmek zorunda kalmıştım. Üzerime taşınması mümkün olmayan bir ağırlık çökmüştü. Bu ağırlığa daha fazla dayanamayıp kendimi kanepenin üstüne bırakıverdim. Ev sahibi karşı kanepede, ben burada, karşılıklı düşlere dalıverdik…

* * *

Gözlerimi açtım, taştan duvarlar ve duvarın bana bakan yüzünü bir duvar kâğıdı gibi kaplayan yüzleri seçilmeyen portrelerle karşılaştım. Birkaç saniye sonraysa pencerenin önünde siyah pelerinli bir adamın olduğunu fark ettim. Soğuk şatoda nefes alış verişi sırasında çıkan duman siyah pelerinlinin kendisinden daha belirgindi. Onun odadaki varlığını fark ettikten sonra yaşadığım şaşkınlığı henüz üzerimden atamamışken pencerenin sağında, eski ama tevellütü para eden bir koltuğun üzerinde oturan iyi giyimli bir adamı fark ettim.

Şövalye, Siyah Pelerinli’ye dönerek:

“Gördün mü, sana geleceğini söylemiştim!”

“Bunun olabileceğine hiçbir zaman inanmamıştım, bu imkânsız!”

“Bense hiçbir zaman aksini düşünmedim.”

Bana döndü ve gözlerimin içine konuştu:

“Düşlerden daha büyük bir hakikat yoktur! Elbet gerçekliğin tüm o sarsılmaz kanunları günün birinde kendilerinden utanıp senin geleceğin kapıyı açacaklardı… Sen geldin. Çünkü ben seni yoksunluğumda bekledim. Hiçbir şeyin olmadığı sadece olabilirliklere dair hayallerin her gün yeniden ve yeniden kurulup bozulduğu bu şatoda yaşadım. Her şeye gücü yeten Siyah Pelerinli’nin bile muktedir olamadığı şeyi ben başardım. Seni buraya getirdim…”

Diyecek tek bir kelime bile bulamadan Şövalye’nin gözlerine baktım. Eğer o an itiraz etmezsem bu düşün içine çekileceğimi düşündüm.

“Siz gerçek değilsiniz! Hem beni nereden tanıyabilirsiniz ki siz?”

Siyah Pelerinli bana doğru döndü, hala bir karartıdan ibaret olsa da sanki konuştukça vücuda geliyor, varlığı daha da belirginleşiyordu.

“Burayı neyin üzerine inşa ettiler bilmiyor musun? Senin için yaratıldı her şey. Daha doğru kelimelerle söylemek gerekirse senin yokluğun sebeptir buranın varlığına. Bütün her şey sana ulaşmak içindi. Yine de bir düşün içine girebileceğini hiç düşünmemiştim… Burası hiç var olmayan bir yer ama diğer taraftan da seni var edebilmenin tek yolu da buydu. Sen ancak olmayan bir yerde ortaya çıkabilirdin… Burada olduğuna göre birileri buna inanmış olmalı. Yalnız senin de kalpten inandığın bir şey olmalı burada, yoksa aynı düşün içine düşmeniz imkânsızdı.

Bay Şövalye sizin için burada… Ben ise sizin dışınızdaki her şeyi temsil ediyorum. Ben sizin gelmediğiniz günlerim. Ben siz yokken diğerlerini avutanım. Onlara teselliler verdim sizin yokluğunuza dayanabilsinler diye. Sizin gelmeyeceğinizi düşünmeye başlamıştım. Çünkü diğer hiçbir düşte sizin geldiğinize rastlanmamıştı. Bu düşleri yaratanlar bazen avunmak adına sizin yerinizi tutacağını umdukları birilerini de düşün içine hapsetmişlerdi. Yine de hiçbiri bu düşün içinde gerçek olamamıştı. Özü kuvvetli olmayan hatıralar gibi zamanla silinip gitmişlerdi. Bugüne kadar iki düşün iç içe geçtiği görülmemişti. Siz bir düşten diğer bir düşe geçtiniz ve bu yüzden siz bu düşün gerçekliğine göre gerçeksiniz!”

Kafam allak bullak oldu, neler söyleyeceğimi bilemedim. O bekledikleri ben miydim? Ya da benim beklediğim onlar mıydı?

“Peki, ben de sizi mi beklemişim bunca zamandır?”

Şövalye saçlarımı okşadı.

“Biz aynı düşü gördük seninle. Sen bundan sonra beni tamamlayacaksın. Yoksunluğum sona erecek.”

Siyah Pelerinli söz aldı ve hükmü verdi

“Birazdan bütün bu şato ay ışığını kıskandıracak bir kandille aydınlanacak… Birazdan bütün bu gördüklerin yok olacak… Sadece bir kitap sayfası kalacak geriye. Yoksunluk üzerine inşa edilmiş bir dünya seninle beraber sonsuzluğa gidecek”

“Madem sizin sonunuz olacaktım, beni neden beklediniz?”

Şövalye gülümsedi.

“Ne önemi var ki? Önemli olan birlikte olmaktı… Yaşamak ya da yok olmak… Bunlar birlikte olmamızın yanında önemsenmeyecek kadar küçük meselelerdi.”

“Ben… Ben yok mu olacağım şimdi?”

Siyah Pelerinli son sözlerini söyledi.

“Düşler aslında sonsuza kadar yaşarlar. Biz onları gerçeğe yaklaştırdıkça içlerini derin bir gerçeklik kaplar ve yok olup giderler. Senin gelmen bu düşün gerçeğe dönüşmesiydi ve aynı zamanda senin düşünün de. Bu düşü kuran, kâğıda döken adam birazdan terk edecek bizi. Sen de kendi düşünü terk edeceksin. İkiniz birden hayal ettiğiniz şeye kavuşmuş olacaksınız. Bir şeye kavuşmak demek başka bir şeyi yok etmek demek. Biz yok olacağız, sizler ise yaşayacaksınız. Uyandığınızda şu zamana kadar eksikliğini hissettiğiniz bir şeye kavuştuğunuzu fark edeceksiniz. “

Siyah pelerinli sözünü bitirir bitirmez etraf birden aydınlanıverdi. Şato sanki bir cennet bahçesine dönüştü, saklı tüm güzellikler ortaya çıkıverdi aydınlıkta. Bay şövalye elimi tuttu, beraber kendi sonumuza –belki de yeni bir başlangıca- doğru yürüdük…

* * *

Kameranın netlik ayarı yapıldı ve yavaş yavaş her şey bu sefer daha anlaşılır bir şekilde gözlerimizin önünde beliriverdi. Yavaşça kanepede doğruldum… Ev sahibinin önünde diz çöküp adamın kulağına eğildim ve duyamayacağı kadar alçak bir sesle tanımadığım bu adama bugün farkında olmadan sebep olduğu her şey için teşekkür ettim. Sanki sırlarımı açtığım bir arkadaşımmış gibi kendime yakın hissettim onu. Bir “dost merhameti göstergesi” olarak köşedeki battaniyeyi alıp onun üzerine örttüm. Bu sıcakta üzerine battaniye örttüğüm için kurdeşen dökebilirdi ama bildiğiniz gibi bu içinizden geldiğinde karşı koyamadığınız bir dostluk eylemidir.

O an, beklediği şeyin yakında gerçekleşeceğini düşünüp tanımadığım bir adam adına mutlu oldum.

Benim de beklediğim yakında gerçekleşecekti. Artık ne yazmam gerektiğini biliyordum. Ortak bir hayali olan tüm insanlar gibi bundan sonra birbirimizi görmesek dahi bizleri birbirimize bağlayan görünmez minnettarlık bağları ile yaşamaya devam edecektik.

Berbat bir el yazısı ile bedava verilse dahi alınmayacak bir deftere yazdığı ve muhtemelen dünyadaki hiç kimse ile paylaşmayacağı bir öykünün benim hayatımı değiştirebileceğini, bilindik tüm kuralların ötesinde bir deneyim için anahtar olacağını

Hiç kimse düşünemezdi; ama öyle oldu. Onun sayesinde artık o kitabı yazabileceğim. Belki bir gün benim kitabımı okuduğunda kitabın yazarı ile arkadaş olmak isteyecek. Belki o zaman tanımadığım birinin benim için gülümsediğine inanabilirim. İşte bu yaşadığım malikânenin, banka hesaplarımın, sahip olduklarımın ötesinde bir şeydi.

Aslına bakarsanız sevgili okuyucularım… Bu, benim sahip olmak istediğim tek şeydi.

Lanet

Kaç aydır aynı barda aynı içkileri içip aynı şeyleri düşündüğümü bilmiyorum. İçip içip sarhoş olup olay çıkardığımı, barın ortasında soyunduğumu, tuvaleti yaktığımı… Bunların hiçbirini hatırlamıyor barmen ve bu beni bedavadan şaraba konmuş kıdemli bir sarhoş kadar mutlu ediyor.

Barmenle aramızda çok enteresan bir bağ var. Her seferinde sanki beni bir yerden çıkaracakmış gibi bakıyor bana. Onun bu sonuçsuz uğraşını izlemek en çok zevk aldığım sapkınlığım oldu. Bazen tam bana bir şeyler söylemek isteyecek gibi oluyor ama sonra vazgeçiyor. Ona hak veriyorum, kimse hayaletlere inanacak kadar ölmemiştir. Hayaletlere inansaydı geçenlerde barın tuvaletindeki aynanın parçaları ile doğranan adamla benim aramda benzerlikler kurmakla kalmaz, o adamın kim olduğunu yüzüme söyleme cesaretini de kendinde bulurdu.

Gözü beni bugün de bir yerden ısıran barmene düelloya çıkmış bir Clint Eastwood bakışı attıktan sonra tüm "ben zaten ölmüşüm, bende bu keder varken alkol yüzdesi teferruat" adamları gibi "en sert neyin var?" sorusunu sordum. Sormamla barın altından reaktörden yeni çıkmış atığı andıran içkiyi çıkarması bir oldu. Bardağı önüme koyduktan sonra metanetli bir adam pozuna büründü. Uzun vadede beni öldürdüğünü düşünüyordu belki ama bunu gizliyordu. Sonuçta o bir barmendi ve kimse herkes için üzülecek kadar güçlü olamazdı. Bu yüzden onu teskin edecek "ben zaten ölmüşüm bakışını" atıverdim. Zaten ölmek de benim için çok yeni bir deneyim sayılmazdı, bunu defalarca kez tecrübe etmiştim. Hatta biraz sonra korkunç bir şekilde öldürülebilirdim. Çatıdan sarkıtılan halatlarla içeriye süzülen adamlar tarafından organize bir şekilde öldürülmeyi kastetmiyorum. Bundan daha iç açıcı bir ölümden bahsediyorum. İçinizin açıldığı, bağırsaklarınızı kendi ellerinizle taşıdığınız bir sahneden örnek vermek istiyorum sizlere; tam bir ay önce bu saatlerde ölü oluşumun sebeplerini derinlemesine inceleyeceğimiz bir sahneden.

Emekli çiftlerin ve onların henüz evlenemedikleri için hala anne babalarının yanında yaşayan, izdivaç hayalleri sündürülmüş çocuklarının kaldığı bir sitede yaşıyordum. Her zamanki gibi akşam yemeğini fazla kaçırmıştım. Yalnız gece yürüyüşüne çıkmanın arkasındaki temel motivasyon bu değildi, esas mesela Türk Silahlı Kuvvetleriydi!

Emekli albay olan komşumuzun yürüyüşe çıktığı saatleri tutturmaya çalışıyordum. Bu yaşlı adamı geçebilmek son zamanlarda hayattaki tek gayem oluvermişti, sanki onu geçersem hayattaki tüm başarısızlıklarımı affettirecekmişim gibi hissediyordum... Ben tam turboları ateşleyecekken yine kırmızı beyaz eşofmanı ile depara kalkıyor ve aramızdaki mesafeyi korumayı başarıyordu. Kırmızı beyaz eşofman karanlıkta gözden kayboluyorken ben dışarı sarkan dalağımı toplamaya çalışıyordum. O gece de yine ben rutin mağlubiyetlerimden birinin yasını tutarken bir anda çalıların o korkunç hışırtısı ile irkiliverdim: Çalıların arkasından ölüm yükseliyordu!

Korkunç yaratık ayağa kalktığında dolunayda parlayan kırmızı gözleri açıkça belli oluyordu. İki metreye yakındı ve devasa bir kurdu andırıyordu. İki ayağının üzerinde doğrulup depara kalktı ve bulunduğumuz mesafeden zorlukla seçebildiğim kırmızı eşofmanlıya doğru koşmaya başladı. Kısa sürede adama yetişti. Tek bir hamlede adamı yere yıktı. Uzun pençeleri ile adamın gövdesine bastırdı... Sonra korkunç çığlıklar yardı sessizliği... Adamın sol bacağını gövde ile birleştiği yerden koparmıştı! Kopardığı bacak ile çılgınca turluyor, bizim parkımızda kandan bir koşu parkuru yaratıyordu. Adam henüz acıdan bayılmamıştı ki bu sefer sol kolunu tek ısırıkta kopardı ve kısa sürede bütün bir kolu midesine indirdi. Henüz ruhunu teslim etmemiş bedeni sürükleyerek benim yanıma getirdi ve gözlerimin önünde yemeye başladı. Etraf kan gölüne dönmüştü, üstüm başım kırmızıya boyanmıştı. Dizlerimin bağının çözüldüğünü hissediyordum...

Görüntü gitmeden önce tek hatırladığım üzerime çöken tonlarca ağırlık. İçimin açıldığını, gövdemde koca bir yarık oluştuğunu hatırlar gibi oluyorum, üzerime atlayıp tek hamlede kafamı yuttuğunu görüyorum kâbuslarımda. Belki de hepsi gerçektir, tam da böyle olmuştur.

* * *

Yandaki tabureye oturan sarışını ümitsizce kesiyorum son günlerini yaşayan bir adama iyilik yapma ihtimalini irdeleyen bakışlarımla. Yanına gidip tekinsiz bir film noir karakteri gibi varoluşsal sıkıntılarımı usta işi bir erotizm ile bastırmak, ölmeden evvel yapılması gereken 1001 şeyden birini yapmak istiyorum; ama yapamıyorum.

Son günlerimi güzel geçirmek istiyorum ama bir türlü kafamı toparlayamıyorum… Aklıma normalde düşünmeyeceğim bir sürü şey geliyor. Kafamı kurcalayan bir sürü

Soru var: acaba öldükten sonra hatıralarımız da bizimle ölürler mi yoksa onları evrenin bir yerine kaydettik ve nasıl olsa bir gün bulacağız mı? Hangisinin doğru olduğunu bilmiyorum. Aslında onları bir dev ekrandan izleme şansımız olsaydı işte o zaman gerçekten yaşamış olurduk. İnsan içinde olduğu hikâyeyi layığıyla değerlendiremiyor, kendi oyununa konsantre olduğu için kaçırıyor olup bitenleri. Keşke böyle bir hizmet sunulsa ve hizmet bedeli, vergi neyim de alınmasa. Yaşadığım büyük pişmanlıklar ve korkunç geceler var. Bu yüzden bazı sahneleri de silebileceğimiz bir kurgu masası da olmalı. Böylelikle geçen hafta yaşadıklarımı da silebilirdim.

İlkokul zamanından bugüne uzanan zaman çizelgesinde hep var olmuş tek bir arkadaşım var: Vassaf Gündüz. Vas, miskin bir eski zamanlar yazarı gibi ağırdan yaşayan bendenizin aksine son derece hareketli bir adamdı; John Wayne'nin Kadıköy şubesiydi, eğlenceliydi, espriliydi. İnsanları şaşırtırdı, en çok da hayatta kalması ile şaşırtıyordu beni. En yüksek dağlara tırmanıyor, en klostrofobik mağaralara geziye çıkıyor, en yüksek şelalelerden atlıyordu ve hala hayattaydı!

Ben ezkaza "haydi bugün bir çılgınlık yapayım da otostop çekeyim" desem Teksas Testere Katliamı'nı yaşardım. Derimi yüzer, fantastik gecelerin şahidi şömine önü postu olarak kullanırlardı.

Vas, Afrika’dan yeni dönmüştü. Orada gönüllü doktorluk yapmıştı. "Çok fazla hayat kurtardım, biraz da kendi hayatıma bakayım" konuşmasını yapmak için iki gün beklemişti ve sonunda dayanamayıp dâhiyane bir fikirle karşımıza çıkmıştı:

"Uzak akrabalarımdan kalma ıssız bir dağ evi var. Gidelim ve lanet olası bedenlerimiz akıl almaz işkenceler çeksin"

Tam olarak bunu söylememişti elbet... En azından her ne dediyse işin içinde "Issız bir dağ kulübesine giden gençler" olduktan sonra her cümle bu kapıya çıkardı.

Beş arkadaş Vas'ın bahsettiği dağ kulübesine varmıştık. Vas kapıyı açtı ve eşyalarımızı yerleştirmeye başladık. Vas bu işi bile yılların amelesi kalitesinde yapıyordu. Sürekli bir "bay muazzam" ile takılmak ne kadar acı verir, bilemezsiniz. Bazen onlardan kurtulmayı istersiniz. Kıskançlığınız aklınızı gölgelediğinde onların ölmesini bile dilersiniz... Öldüklerindeyse içinizi çok büyük bir keder kaplar, pişmanlığınız tek dostunuz olur. Bunu da en iyi ben bilirim...

Tüm eşyaları yerleştirdikten sonra kendimizi ödüllendirmek istedik, oturup bir şeyler içtik. Vas kadehini kaldırdı ve "bütün bu olanlar güzel bir otobüs yolculuğuydu, camdan dışarıya baktığımda gördüklerim inanın ki diğer koltuklarda sizler oturmuyor olsaydınız bu kadar güzel görünmezdi gözüme" dedi. Hiçbir şey anlamasak da bunun dostların birbirlerine açıldıkları duygu yoğunluğu yüksek o anlardan biri olduğunu anlamıştık. Belki bunun galeyanına gelen arkadaşın biri ilk bulduğu tozlu kitaptan bir bölüm okumaya kalkmasa geri kalan hayatımızda bu anlardan birkaçını daha yaşama şansımız olabilirdi. Oysa bu saatten sonra bizim kurtuluş ancak güzel bir hayaldi zira

Korku filmlerinde kitap okumak sevişmek kadar kötü bir şeydir ve bunu gözden uzak bir yerde yapıyorsanız kurtulma şansınız yoktur. Asosyal kötü ruhlar hazır etrafta insan yokken sizi rahat rahat katledebilir. Biz bunu çok acı bir şekilde tecrübe edecektik.

Eleman okudukça okuyor, bir türlü durmuyordu. Okuma bayramındaymış gibi bir coşku ile kitaptaki yasaklı kelimeleri tekrarlıyordu. İlk önceleri "hani birtakım gizli güçler harekete geçmedi, sanırım bu lanetli kitaplar eskilerin uydurduğu tırt bir masalmış" dedik zira ortamı terörize eden herhangi bir şey peydahlanmamıştı ta ki uluların sesi sessizliği öldürene dek.

Vas, hafifçe kafasını kaldırdı ve kötü bir gücün kontrolünde tüm arkadaşlarını yok edecek adam pozunu verdi. Bunu yaparken bile o kadar başarılıydı ki... İlk önce tam karşısındaki kızı saçından yakaladı ve sürükleyerek karşıdaki odaya götürdü. Odanın diğer tarafından çığlıklar geldi, sonra bir anda sonlandı. Dışarıya kızın derisi ile çıktığında hepimiz aklımızı oynatacak olduk.

Herkes bir yere kaçıştı. En yakınımdaki odaya girdim. Kapıyı kilitledim. Kafamı kapıya dayayıp dışarıyı dinledim. İnsanların koşuşturmalarını, korkunç çığlıklarını duydum ve sonra dışarda her ne oluyorsa o son buldu. Derin bir nefes aldım. Yavaşça kapıyı araladım... Her yer kandı. Yerdeki kanda kendi yansımamı görüyordum; kendi korkusunun esiri olmuş eski bir dost...

Kafamı kaldırdım ve Vas'ı gördüm… O artık bizim arkadaşımız Vassaf değildi... Elinde tuttuğu bir insan kemiği ve yüzünde yarım bir gülümseme… Yaklaştıkça daha büyük bir acıyla inleyen döşemeler… Yere yeni rengini veren ölümden yadigâr kan damlaları ve tam karşıda o anın içine hapsolmuş zavallı ben... Vas yanıma yaklaştı, nefesini hissedebiliyordum şimdi... Elindeki kemiği yere bıraktı ve yüzüme baktı. Eski bir arkadaşa veda eder gibi baktı bana. Gülümsedim. Sonra her şey karardı. Ben yok oldum.

* * *

İnsanlar tüm hayatlarını bir hikâye olan yaşantılarının sonunu mutlu bağlamaya adarlar. Ölümü anlamlandırmak için yapılan çalışmalardan ibarettir tüm yaşananlar. Hikâyenin merak unsuru ise ölümün ne zaman gelip kapıyı çalacağı ile alakalıdır. Herkes o anın ne zaman geleceğini merak eder, ben ise bunu hiç önemsemiyorum. Çünkü biliyorum ki çok fazla yanlış tahminde bulunma şansım yok.

Defalarca kez öldüm ve tekrar ölmek üzere geri gönderildim. Bir ölüm döngüsünün içinde kapana kısılmış gibiyim. Ne bugünü yaşayabilirim ne de geleceğe dair planlar kurabilirim. Bunun ne zaman son bulacağını bilmiyorum… Her seferinde ilk kez ölecekmişim gibi hissediyorum, korku hiç eksilmiyor. Defalarca kez yok olup yeniden var olduktan sonra, şu an bu taburenin üzerinde otururken hala o ilk karanlığı yaşadığım an ne hissettiysem aynısını hissediyorum; ölesiye korkuyorum.

* * *

Ve sonra bir gün bir şey oldu… Bir barda dandik bir taburenin üzerinde otururken aklıma bir şey geldi. Daha önce zayıf anlarımda üzerinde düşündüğüm ama bir ölümsüze dönüşmüşken aklıma getireceğimi hiç düşünemeyeceğim bir şeydi bu: kendimi öldürmek!

Aslında davul zurna ile veda edilecek bir hayatım yoktu. Ne sevdiğim kız daha fazla protein alma garantisi aldığı için beni değil de mahallenin kasabını seçmişti ne de her gün günaydın dediği monitörüne kafa atacak kadar canı sıkılan ve hayatının güzergâhı evle iş arasına yerleşen bir beyaz yaka olmuştum… Eğlenceli bir işim, güzel bir sevgilim vardı, yani bir zamanlar…

Bir gün ellerimde dünyanın en güzel çiçeklerini tutuyordum

Öyle güzeldi ki papatyalar

Ancak bir melek kıskanmazdı güzelliklerini

Melek son kez göründü bir deniz ülkesinde

Ve bir bomba patladı

Pembe renkte bir çingene düğününde

Ölümü bekleyen bir çingene

Acı acı inledi kurtar beni diye

Elini uzattı ama bekleyemedim

Tutup sevgilimi çıkardım cehennem yıkıntılarından

Çingene gördü dünyayı son kez benim gözlerimde

Ben şimdi öleceğim ama sen yufka yürekli

Sen defalarca kez ölüp dirileceksin

Bu lanet önce seni çürütecek sonra yenileyecek

Ah çekeceğin acılara birileri bir son verebilse!

Ancak sevdiğin kişi emanet alabilir bu laneti

Gözlerinin içine bakıp

Seni seviyorum demen yeterli

Deyip beni ölümsüzlükle lanetledi.

* * *

Bardaki sarışına göz kırptım, barmene kadeh kaldırdım ve kendi ölümümü ilk defa büyük bir coşkuyla karşıladım. Bu, barın üzerinde kendi beynini dağıtan bir adamın mutlu bir surat ifadesi ile elveda deyişiydi.

Öldüğümde İskandinav mitolojisindeki Valkyre denilen o güzel melekler beni alıp cennete-Valhalla- götürecek sanmıştım. Gözümü açtığımda kendimi rahatsız bir yatakta buldum bu kez. Pırasa yemeği ve ilaç kokan, delirtici beyazlıkta bir yerdeydim. Buranın bir hastane olduğunu karşımdaki hemşireyi ve elinde tuttuğu iğnesini gördüğümde ancak idrak edebilecektim. Kendi imkânlarımla ölmeyi bile becerememiştim. Hemşire yanıma yaklaştı ve zoraki gülümsedi:

“Sevgiliniz geldi. Doktor görüşebileceğinizi söyledi. Yalnız acele edin, on dakika sonra iğne etkisini gösterir, uykuya dalarsınız.”

Gözlerimi açıp kapayarak anladığımı söyledim.

* * *

Beni gördü ve gülümsedi. Hayal meyal hatırlıyorum gözlerini. İlaç tesirini göstermeden bir tek mutlu an çaldım hayattan. Onun gözlerini aldım karanlık günlerimde dayanacak gücü versinler diye. Gözlerinin içine baktım ve tüm kalbimle söyledim ona:

“Seni seviyorum…”

Bir papatya kadar güzel olan deniz ülkesinin güzel kızı bana gülümsedi; onu tarifsiz acılar içinde bırakacağımı bilmeden gülümsedi bana. Ona bunu yaptığım için ölmekten daha beter olmayı istedim. İstedim ki dünyanın en büyük acılarını çekeyim, çekeyim ki ona yaptığım şeyi düşünecek vakit bulamayayım. Tüm hayatım geçmeyen bir ağrı ile uğraşmakla geçsin. Bu benim için mükâfat olacaktır…

* * *

O gün öyle çok yağmur yağdı ki belki vicdan azabımı alıp götürür diye bekledim. Sevgilimin mezarını derin kazıp onu ölümle yoldaş etmiştim… Çok fazla yağıyordu; ama bu kadarı bile yetmiyordu bana. Kendimi son kez öldürmek istedim ama bu sefer yapamadım… Şimdi ölümsüz değilim; artık sadece korkak bir adamım ben!

Şimdi ölüm de yok, yalnızca ben varım ve tam da bu yüzden her zamankinden daha çok korkuyorum… Artık ne dost olduğum ölüm ne de beni seven biri var… Şimdi sadece ve sadece ben varım… Hiçbir şey yok, sadece ben varım…

Yaşayabileceğim en kötü şey yaşamaktı, kendim olarak ve kendimle baş başa…