19 Haziran 2016 Pazar

Ellerin ellerimde


Gökyüzüne erişmek için birbirleriyle yarışan çok katlı blokların arasından 117. Cadde’nin sonuna doğru yürüyorum. Tek yaptıkları, zengin kadınların keyif düşkünü kocalarını takip etmek olan ikinci sınıf dedektiflerin kaldığı Sahil Otel’in önünden geçiyorum. Sahil Otel’in tepesinde beliren hologram pin up kızı, potansiyel müşterilerin kalbini çalmak için sahte bir öpücük gönderiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki askerleri avutan kartpostallar gibi o da sadece görevini yapıyor, yoksa bugün de kimsenin kimseyi kurtaracağı yok…

Giderek bir buz pistine daha çok benzeyen cadde boyunca uzanan dükkanlar, dışarıya açık içlerine kapanık bir vaziyette, gönülsüzce müşteri bekliyorlar. Zaten kimsenin de geleceği yok; herkes sanki büyük bir yıkımı en az hasarla atlatabilmek için kendini sığınaklara atmış da dışarıda yalnızca Don Kişot’luk oynamaya meraklı bir avuç insan kalmış... Böyle günlerden nefret ediyorum. İnsanı yalnızlıktan çıldırmış bilim adamlarının dünyayı kurtarmaya çalıştığı o acınası hikayelerden birindeymiş gibi hissettiriyorlar. Sanki her şey ellerindeymiş ama elinden bir şey gelmiyormuş gibi…

Oysa bugün, güzel bir gün olmalıydı. Sonuçta insan, her gün sevdiğini görmüyor…

* * *

Caddenin sonundaki Lübnan restoranından sağa döndükten sonra telefonuma bakıyorum. “Hayatının kadınına 100 metre” yazıyor. Yürümeye devam ediyorum… Organ bekleyenlerin, hastalığının çaresi bulunana dek dondurulmak isteyenlerin, zihni bedenden münezzeh bir hale getirmek için yatırım yapan ölümsüzlük sevdalısı çılgın milyarderlerin, savaş suçlularının ve savaş suçluları yüzünden sakat kalanların, birkaç dolarlık aşıya erişimi olmadığı için ölümü bekleyenlerin, buna yaşamak denmeyeceğini bile bile hastalarına “yaşayacaksın” diye yalan söyleyenlerin önlü arkalı dizildiği, sonu cehenneme çıkan bir yolda yürüyorum. Hepsinin gözü üzerimde, sanki söylemek istedikleri bir şey var da bir türlü söyleyemiyorlar. O an büyük bir mahcubiyet çöküyor üzerime. Gördüğüm tüm o yüzler, annemden sakladığım bir günah, öğretmenime itiraf edemediğim bir yaramazlık oluyorlar. Babama anlatamadıklarım gibi yer ediyorlar kalbimde... Kalbimde bir çukur var, anlatamadığım hikayelerin yazamadığım karakterlerin ağırlığıyla günden güne derinleşen… Ne yapsam dolmuyor.

Derin bir nefes alıyorum, gözümü açıp kapatıyorum; cadde üzerinde kim var kim yok, hepsi kayboluveriyor.


* * *

En son yıllar önce gelmiştik buraya... Meksika’ya uçtuğum akşamdı… Başını omzuma koymuştun. Birlikte saatlerce susmuştuk. Sonra sen “Sonunda elimizde yalnızca pişmanlık kalacak diye çok korkuyorum” demiştin. Benim bir hiç uğruna her şeyi mahvetmemden korkuyordun. Sonra yine susmuştuk. Sana itiraf etmek istediğim şeyler vardı; ama ben onun yerine evlilik teklif etmeyi tercih etmiştim.“Bizi mutlu bir geleceğin beklediğine inanmam için bunu yapmana gerek yoktu” diye cevap vermiştin. İnanarak mı söylemiştim yoksa ihtiyacımız olan cümleyi mi arıyordum, bilmiyorum ama “Her şey çok güzel olacak” demiştim sana. Sen gülmüştün… Öyle güzel gülmüştün ki tüm zanaatkarlar işlerine tekrar dört elle sarılmıştı. Hayatın sillesini yiyen tüm boksörler düştükleri yerden kalkıp hayata ringi dar etmişti. Gökyüzü, yüzyıllar sonra yeniden, kafasını kaldırıp göğe bakan herkesin imdadına yetişecek kadar yardımsever görünmüştü. Tam o anda, evrenlerin birinde babam bir radyonun başında Gerd Müller’in attığı golü dinlerken uyuyakalmış; annem, arkadaşlarıyla birlikte gittiği bir Ayhan Işık filminden yeni çıkmanın verdiği hisle hülyalara dalmış; dedem, odasının penceresinden dışarıya baktığında bu kez dış cephe mantolaması yapılan karşı binayı değil, Selanik’te geçirdiği bir yaz gününü görmeyi başarmıştı.

Her şey, ilk defa ‘tam zamanında’ ve ‘yerli yerindeydi.

Ellerini tutmuştum, gülümsemenin ışıltısı kaybolmadan dudağının kenarından öpmüştüm seni. Gözlerimin içine bakmıştın, bakışlarında ilahi bir bağışlayıcılık vardı. Yanağımı okşamış, sonra da New York’tayken gittiğimiz şu Yunan isimli Türk lokantasında söylediğin o şarkıyı mırıldanmıştın.
Biliyor musun, hayatımda ilk defa o an, doktor olmamın bir anlamı varmış gibi gelmişti. Oysa hep bir şair olmak istemiştim ben. Hatta yeteneğimin olmamasını kendime dert etmiş, olur da güzel bir şiire denk gelirim, tekrar kalemi elime alırım korkusundan şiir okuyamaz olmuştum.

O akşam sana bir şiir okumuştum, hatırlıyor musun? Ben bir türlü hatırlayamıyorum... Neyse, zaten o günden sonra ne o restorana gittim ne de şiir okudum. Kim bilir belki birazdan seni gördüğümde her şeyin tekrar bir anlamı olur, bir şiir daha okurum sana... 

Daha güzelini yazamadığım için şimdiden özür dilerim…

* * *

Sonunda restoranın kapısının önüne varıyorum,  her şey son geldiğimizde nasıl bıraktıysak öyle duruyor. Sanki o günden beri o masaya başka hiç kimse oturmamış… Sadece masa değil; sen de bıraktığımız gibisin, insana her şeyin bir anlamı olduğunu düşündürecek kadar güzelsin. Kıvırcık saçların ısrarla yüzüne düşüyor, sen kulağının arkasına atıyorsun. Seni bunu yaparken görmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki...Yıllar sonra yeniden, hareketlerini hareketlerimde hissediyorum.

Gelip karşına oturuyorum hiçbir şey olmamış gibi. Tam ağzımı açıp neyim var neyim yoksa ortaya dökecek gibi oluyorum, herkes o an ne yapıyorsa onu yapmayı bırakıp bana doğru dönüyor; susuyorum. Üzüntüyle bakıyorlar bana. Sanki beni teselli etmek ister gibi zoraki bir gülümse konduruyorlar yüzlerine. Küçük bir kız çocuğu yanıma yaklaşıyor, elini omzuma koyuyor:

“Artık yaşamıyor oluşu ne üzücü... Diğer taraftan, hangimiz yaşıyoruz ki?” 

Alternatif tedavileri incelemek için Meksika’ya gidişim, bir hafta sonra onun cenazesi için dönüşüm, araştırma şirketlerinden aldığım milyonluk fonlara rağmen bir türlü insanları yaşatmanın bir yolunu bulamamam, her şeyden vazgeçmem ve çoktan sararıp solmuş bir geçmiş zaman gününün içinde yaşamayı seçmem. Her seferinde, masaya oturup seni görüp o masaya oturduğum an hep aynı şey oluyor; bunun sadece bir anı olduğunu fark ediyorum... İşte, beni bu hayatta en çok bu öldürüyor.

Her şey çok uzun zaman önce son buldu. Sen ölen kızı oynadın, ben onu kurtarabileceğini sanan bilim adamını. Oysa benim bu hikayede bir rolüm olmamalıydı. Benim bir şair olmam lazımdı. O zaman yaşardın belki... Keşke sana yazdığım o mutlu sonla biten şiiri hatırlasaydım. Böylece daha mutsuzlarını yazmak zorunda kalmazdım.



Boş ver şimdi, yağmurdan kaçan bir kedi gibi sığındığımız

o ölmeye yüz tutmuş, naftalin kokulu sinemaları

Boş ver, başucunda bekleyip de bir türlü uyandırmaya kıyamadığımız sabahları

Tüm buluşmalarımıza geç kalan mutluluk denen şarlatanı.

Boş ver artık, ne zaman sarhoş olsan söylediğin o Rumca şarkıyı…

Seni dudağının kenarından öpüşümü…

Saçlarının eskiden kıvırcık oluşunu…

Başının omzumda bıraktığı izi…

Ama en çok da her şeyi hala nasıl da ilk günkü gibi hatırladığımı.

Boş ver gitsin hepsini.

Zaten sen öldükten sonra hiçbirinin bir anlamı kalmadı.



Ellerin hala ellerimde.


11 Haziran 2016 Cumartesi

Cennete Yetişmiyordu Merdiven II


Gözlerimi açtım… Tepemde uçuşan sığırcık sürüleri, gökyüzünde siyah lekeler bırakıp uzaklaşıyorlardı. Emin olmak için bir kez daha baktım; gökyüzü, veda sözcükleri ile doluydu.
Kıyıya vuran dalgaların sesini takip edip insan boyunu aşan ağaçların refakatinde sahile doğru yürüdüm. Bir sonsuzluk illüzyonundan ibaret okyanusa, tıpkı tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu hissettirecek o anın peşindeki biri gibi, yalvaran gözlerle baktım; ama hiçbir şey göremedim. Ufukta beliren dev dalganın gölgesi güneşi yutmuş, her yer karanlığa gömülmüştü. Çocukken olduğu gibi, karanlıkta tek başıma kaldığımda yine gözlerimi kapayıp sevdiğim birini düşündüm… Bir an için kendimi sonsuz hissettim… Sonra…

…Bir dalga geldi, neyimiz var neyimiz yok aldı götürdü.

* * *
Gözlerimi açtım… Yatakta doğruldum ve büyük bir yıkımı rahatsız edici bir sakinlikle karşılayan sanat filmi karakterleri gibi öylece karşıya baktım. ‘Kusursuz’ dünyamı çepeçevre saran gülkurusu duvarlarda bir çatlak aradım, her şeyin yıkılmasını sağlayacak küçücük bir çatlak… Bulamadım. Her şey, ürkütücü derecede muntazamdı.

Tarihi eser niteliğine haiz, cumbalı, sarnıçlı, çok katlı, çok katlılığını keyfe çeviren bir katlar arası servis asansörü olan ferahça bir evde oturuyorum. Beni seven, çalışma arkadaşlarından hastalarına herkesin hürmetini kazanmış, iyi kalpli bir eşim; başarısızlıklarımı telafi etmek istercesine yaptıkları her şeyde başarılı olan harika iki çocuğum var… Peki, o zaman neden hep aynı rüyayı görüyorum? Neden, içten içe dünyanın sonunun gelmesini arzuluyorum? Neden tüm sahip olduklarım sanki tek ayağı aksak bir masanın üzerinde her an düşecekmiş gibi duran camdan bir heykelmiş gibi geliyor?

Bilmiyorum…

* * *

Kapının çalması ile birlikte tüm sorularımı, sonradan çocuklarımla paylaşacağım değerli oyuncaklar gibi bir köşeye kaldırdım.  Saate baktım… Saat, “bazı şeyler için çok erken”di.  Oğuz’un hastaneden dönmesine daha bir saat vardı. Zaten o olsaydı mutlaka gelmeden önce arar, haber verirdi. (Oğuz’un hayatındaki tek sürpriz, benimle evlenmesidir.)

Miskinliğime karşı verdiğim mücadeleyi kazanıp yataktan kalktım, hırkamı aldım, asansörden inip kapıyı açtım. Dışarıda kimsecikler yoktu. Sokak, o kadar boştu ki insan birkaç dakika içinde güneşin doğup dünyanın yeniden kurulacağına kendini inandırmakta güçlük çekiyordu. Tam suçu mahallenin münasebetsiz veletlerine yıkıp kapıyı kapatacaktım ki paspasın üzerinde duran kırmızı bir zarf gözüme ilişti. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu... Oğuz, insanın canını sıkma alanında ihtisas yapmış o doktor arkadaşlarını davet ettiğimiz akşamların birinde, isimsiz zarflardan, zarfların içinden çıkan zehirli tozlardan ve o sırada başka şeyler düşünüyor olduğumdan şu an hatırlayamadığım daha birçok “insan sağlığını tehdit eden” durumdan bahsetmişti… Yine de bunların hiçbiri zarfı açmama engel olamadı.

Zarfın içinden bir mektup çıktı… Merdivenlere oturdum, mektubu okumaya başladım.

*****************************************************************************************************************

 ‘Özlenen’e…

Elimde hala anlatılmamış bir hikaye vardı… Bilmeni istedim.

1980’lerin sonuydu… Kendini oyun dışı kalmış hisseden herkes gibi biz de gözlerimizi Seattle’da açmıştık. John Hughes filmlerinden fırlamış karakterler gibiydik; büyüyünce,  bir zamanlar nasıl da umut dolu çocuklar olduğumuzu unutmaktan korkuyorduk.

Akşam, önünden geçerken açık olduğunu anlamanın mümkün olmadığı, mezarlık kadar sessiz bir balo salonunda çalacaktık. Salon, Vahşi Batı’nın iskana yeni açıldığı zamanlara ait köhne kulübelere benziyordu. Ayaklarımızı sürüye sürüye, her adımımızla birlikte şu hayatta bir şeyleri yanlış yapıyor olabileceğimizden biraz daha fazla şüphelenerek, salondan içeriye girdik.  En son giren M’yi de kapıyı usulca kapatması için tembihledik. Kapıyı hızla çarpacak olursak binanın üzerimize çökebileceğinden korkuyorduk.

* * *

Bir hafta öncesinde Paris’teydik…  Yine böyle intihara meyilli bir binaydı, her an kendine bir şeyler yapacakmış gibi bir havası vardı. Duvardaki küçük çatlaklar, bir akarsuyun kollarının havzasında toplanması gibi bir noktadan sonra birbirleriyle birleşiyordu… Birleşme noktasına baktım, dokunsam sanki her şey yerle bir olacaktı…

Nefes alamıyordum, kimselerin beni bulamayacağı su dolu bir varilin içine düşmüştüm. Kafamı o varilden çıkarmaya fırsat bulur bulmaz tüm gücümle nefes aldım. Koca bir şehir ciğerlerime doluverdi. Sadece Eiffel’in altında fotoğraf çektiren aşıklar değil, şehrin hafızasında birinin aşkına konu olmuş ne varsa hepsi benim bir parçam oluverdi. Sabah İnvalides’teki metro durağında gördüğüm kıvırcık saçlı kız sanki bir kez daha yanımdan geçti. Bir an için onu yakınımda, yakından da öte, kalbimin derinliklerinde hissettim.

Trocadero’daki aptal bir apartman dairesinde, iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalığın önünde çaldığımız o akşam, ne zaman içimi derin bir keder kaplasa onun yüzünü gözümün önüne getirmeye çalıştım… Sahi, niye o akşam o kadar üzüntülüydüm? Ne diye ikide bir “Bizim burada ne işimiz var?” diye düşünüyordum? Sabah Eiffel’in merdivenlerinde de aynı şeyi düşünmüştüm…

Kıvırcık saçlı kız… Ne diye öylece peşine takılıp gitmedim ki?

* * *

Birileri hemen bir arama kurtarma ekibi çağırmalıydı! Salon yıkılmak üzereydi; ama yıkılmasa dahi içeride kurtarılmayı bekleyen bunca insan varken bu, her halükarda son derece faydalı bir hamle olacaktı! M, işlerin iyi gitmediğini anlayıp hemen kendini sahneye attı, bateriye geçti, çubukları birbirine vurdu ve biz nasıl olduğunu bile anlamadan prova başladı. Zaten bir süre daha hiçbir şey yapmadan durmaya devam etseydik, salon yıkılmasa bile biz, hevesi pamuk ipliğine bağlı insanlar, dinamitle patlatılan binalar gibi kendi üzerimize çöküverecektik.
* * *

Balo salonundaki konser ve sonrasında M’nin odasına çekilip, sonradan hatırlanmayacak kadar önemsiz otelin birinde kendini vurması… Bunlarla ilgili ne zaman bir şeyler hatırlayacak gibi olsam aklıma birlikte geçiremediğimiz günler geliyor. Sonra o günlere dair hayaller kurmaya başlıyorum. Kimi günler gün içinde kendi yaşadığım gerçekliği bu hayallere kurban ettiğim oluyor; öğle aralarında, bazen işte bilgisayar ekranına bakarken ya da akşam son metroyla eve dönerken… M, bizim çocukları toplamış; yüzünde her şeyin güzel olacağını anlatan bir gülümseme var yine. Cobain’i arıyor, “Çocuklarla toplandık, sen de gel, yalnızken kafanda kuruyorsun!” diyor. Cobain, gülümseyip gelemeyeceğini söylüyor. Washington’a dönmüş, ünlü olmaktan vazgeçmiş, orada mutlu bir hayat yaşıyormuş. Gelemediğine ilk kez seviniyoruz. Layne Staley, Alice in Chains’te söylemeye devam ediyor, turnedelermiş... R.E.M, Vedder, Cornell gelmeye çalışacaklarını söylüyorlar. Sonra M, bana dönüyor ve “Rockçılara güven olmuyor… Zeppelin hariç ama!” diyor! Sonra da John Dunham’ın dünyanın en iyi davulcusu olduğu ile ilgili bir şeyler anlatıyor ve bunu yine sanki dünyanın en önemli meselesinden bahsediyormuş gibi yapıyor.

Onu ve sabahlara kadar konuşup, gelecek hayallerimizi kendimize yastık yaptığımız o günleri çok özlüyorum…

O zamanlar aptallıklarına doymayan, hayalperest iki küçük çocuktuk… M, bazı akşamlar bize gelirdi, verandada oturup saatlerce müzik hakkında konuşurduk. İflah olmaz bir John Bonham hayranıydı. O zamanlar da sürekli Led Zeppelin tişörtleri giyer, “John Bonham dünyanın en iyi davulcusuydu!” deyip dururdu. Saatlerce sadece ikimizin anlayabileceğini düşündüğümüz şeylerden konuşurduk da sonunda konu hep bir şekilde Led Zeppelin’e gelirdi. Yine öyle oldu…

Bugün, eski fotoğraflara bakıyordum… Seattle'a gidip her şeyi mahvetmeden bir hafta önce, o Paris’teki ev partisinde çektirmiştik. M’nin üzerinde "Bonzo" yazan bir tişört vardı.  Onu görünce o günle ilgili anılar zihnimde tekrar canlanmaya başladı. Zaten bu yazıyı da o yüzden yazıyorum sana... Bu arada yıllardır hiç konuşmadık, umarım iyisindir… Ben… Neyse, Paris’ten bahsediyordum… O gün, partiden birkaç saat evvel M’yi balkonda tek başına, düşünceli bir şekilde manzarayı izlerken yakalamıştım. Beni görünce gülümsemişti... Onu o durumda gülümsemek zorunda bıraktığım için üzgünüm… M'i hiç bu kadar hüzünlü görmemiştim. Yanına geldiğimde neyi olduğunu sordum. “Bazen gün sadece geçer… Başka hiçbir şey olmaz... Bu çok da kötü bir şey değil...” dedi. Aşağıya baktıktan sonra devam etti, “Başlamak için çok yorgunum... Babamın haklı çıkması hiç hoş olmayacak…”

M’nin babasıyla arası kötüydü. Babası, hayatını bir hiç uğruna harcadığını düşünürdü. Bu doğru değildi… Hiçbirimiz başaramadık ama inan, bir hiç uğruna değildi...

Bazı şeylerin önüne geçilemiyor… Orada doğmasaydık, siz M ile tanışmasaydınız, biz müziği bu kadar sevmeseydik, ben o kıvırcık saçlı kızın peşinden gitseydim, siz hiç ayrılmasaydınız, bu tamamen başka bir hikaye olsaydı ve yazarı ben değil de bir başkası olsaydı… Yine de mutlu olmayı beceremeyecekmişiz gibi geliyor. Neyse, biraz uzattım, üzücü şeyler hakkında konuşurken çenem düşüyor! Bu arada neredeyse unutuyordum, bu hafta sonu Paris’te olacağım. Eğer gelirsen eski günlerden konuşuruz, şu sıralar hep o günleri düşünüyorum. Umarım gelirsin, konuşacak birine o kadar ihtiyacım var ki…

Bir şey daha (Bu son, söz!)… Paris’teki partinin de Seattle’daki konserin de son şarkısı senin içindi! (Evet, Led Zeppelin!) M’nin en sevdiği şarkıydı(Hangi olduğunu biliyorsun) ve en sevdiği insana armağan edilmişti…

Seni ve M'yi her zaman bir kardeş kadar yakın görmüş, eski dostunuz Henry.

*****************************************************************************************************************

Birkaç dakika hareket etmeden öylece durdum… Şimdi dönüp baktığımda sanki başka bir hayata ait gibi gelen tüm o anıları düşündüm… 25 yıldır görmediğim Henry’yi, dünyayı değiştirme hevesiyle yanıp tutuştuğumuz o günleri ve hayatta ilk defa her şeyin bir anlamı varmış gibi hissetmemi sağlayan adamı hatırladım… Bir faydası olmadığını bilmeme rağmen eğer ayrılmasaydık yine de kendini öldürür müydü diye düşündüm… Keşke elimden bir şey gelebilseydi ama M, bir parçası olduğu tüm hikayeleri kıl payı kaybeden o kaybetmeye meyilli adamlardandı, ne yapıp edip bu hikayeyi bir trajediye çevirmenin bir yolunu bulacaktı… Yine de keşke daha çok vakit geçirseydik… Daha çok gülseydik ve daha çok ağlasaydık… O da olmadı, en azından birbirimiz olmadan yaşamayı öğrenseydik…

Yapamadık.

* * *

Oğuz’un arabasının sesini duydum… Bahçe kapısının açılma sesiyle birlikte mektubu hırkamın cebine attım. Oğuz, içeri girdi. Adımlarını duyabiliyordum. Kafamı kaldırdığımda karşımda dikiliyordu. Gülümsedi.  Güneş ile arama girince üzerime bir karanlık çöktü, her zamanki gibi karanlıktayken yine onu düşündüm.
Sonra… Sonra ben de gülümsedim, içeri gidip çocukları kaldırdım. Hep birlikte kahvaltı ettik. Eskilerden bir şarkı açtım, “Stairway to Heaven” çaldı. Oğuz, bildiği tek Led Zeppelin şarkısına tempo tutmaya başladı. İçimden “Keşke ‘Thank You’ çalsaydı” dedim… Çünkü ben en çok onu seviyorum.