15 Ekim 2013 Salı

Haftanın Günleri: Ruby Tuesday



Neden Liverpool'da doğmadık ve ben seni dandik bir barda özleyerek ömür tüketmedim, hiç anlamıyorum…

*  *  *

Evimizin yakınlarında küçük bir lunapark vardı.  Bazen, hafta sonları babamla oraya hiç kimseyi korkutamayacak kadar zavallı görünen yaşlı korku trenine binmeye giderdik. En ateşli arzularımızın, peşinde koştuğumuz ideallerin sönüklüğüne vurgu yaparcasına gülünç bir korku treniydi. Belli ki biz, hayatımız boyunca, peşinde olduğumuz şeylerin çürümüş kabukları ile yetinecektik. Bu parkta ona alıştırılıyorduk.

Bugün ne hafta sonuydu ne de biz korku trenine binmeye niyetliydik. Babam, dayımın düğünü için kendine bir günlük izin vermişti. Günlerden Salı'ydı. Oyun parkının karşısındaki caddede, berberin önünde dikilmiş sıramızın gelmesini bekliyorduk. Kafamı dükkandan içeri uzattım, üst raftaki küçük televizyona baktım. Berber, usturasını bırakmış,  yanan gökdelenleri izliyordu.  O ve diğer tüm insanlar en az benim kadar çocuktu o an, herkes ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Babam “Neydi bu binaların adı?” dedi. Berber ekrandan gözlerini ayırmadan cevapladı, “Empire States…”.  Değildi. “Hayır” dedim,  “Onlar, İkiz Kuleler”. Berber dönüp beni yukarıdan aşağı bir süzdü, çocuk olduğuma kanaat getirince tekrar büyük meseleleri izlediği o küçük televizyonuna geri döndü.  Ve sonra her şey mahvoldu. Korkarım sanmıştım; ama korkmadım. Korkmadım, üzülmedim; hiçbir şey hissetmedim. Ben, oyun parkındaki küçük bir çocuktum, nasıl üzülebilirdim ki?

*  *  *

Senem’in anne ve babası o binadaydılar. Saat daha dokuz bile olmamıştı, uzun güzel bir gün olacak diye düşünmüştü herkes. Oysa birazdan cehennem on kat aşağıda onlar için kurulacaktı. Önce her yer sarsıldı, sonra tüm hayaller umutsuzluk içinde yok olmaya yüz tuttular.  Ve sonunda, herkes hiç gelmeyecek bir helikopteri beklerken,  her şey son buldu.

Senem çok ağladı… İngiltere’de babaannesinin evinde, kendisi için hazırlanmış o odada, yorgunluktan bitkin düşüp uykuya kaldı. O sırada Manchester’da yağmur yağıyordu, şehrin tüm melankolik müzisyenleri istirahate çekilmişti. Senem sonradan hatırlayamayacağı bir rüya gördü; orada sevdiği hiç kimse henüz onu terk etmemişti. Sabah yüzünde bir gülümsemeyle uyandı.  Rüya olduğunu anladığındaysa tekrar ağlamaya başladı, hem de bu sefer sanki hiç susmayacakmış gibi ağladı.

Çok güzel gözleri vardı, yakut kırmızısı.

Sonra Manchester’da 10 yıl yağmur yağdı ve Senem o 10 yıl boyunca ne zaman aklına anne babası düşse ağlamaya kalktı; ama yapamadı. İnsan tüm hayatı boyunca yas tutarak yaşayamıyormuş. Ve hatta insan, bazen yaşayamıyormuş.

*  *  *

Liverpool’da bir bardaydım… Manchester’daki okula uğramayalı 2 ay oluyordu. Okulu bırakmayı düşünüyordum.  Sanki tam benim zamanımın geldiğini hissettiğimde Oasis çıkıp bütün parsayı toplamış gibiydi. Birileri şehirde mutluluktan ve mutsuzluktan ne kazanabiliyorsa kazanmıştı da geriye kalanların kaderleri hiçbir şey kazanmadan kendi kendini tüketmekle mühürlenmişti.

Manchester’dan nefret ediyordum.  İnsana sanki bir şeyler başarabilecekmiş hissi veriyordu. Liverpool öyle değildi. Liverpool’un ömür tüketmeye uygun bir havası vardı… Son kadehi de “sarhoşların ömrüne bereket” deyip yuvarladıktan sonra bar tezgahının üstüne kapandım.  Karanlığa gömdüm kendimi... Yirmili yaşlarımdaydım, her şey aptallık yapmak içim son derece müsaitti ama ben hiçbir şey yapmak istemiyordum. Zamanın ortasında asılı kalmayı, hiçbir önemli kararı vermeye mecbur kalmadan bu dünyadaki vaktimi sonlandırmayı umuyordum.

Ceketimi aldım, yalpalaya yalpalaya bardan çıktım, tuttuğum odaya doğru yürüdüm.  Asansörde genç üniversiteli bir kız vardı, onunla tek kelime konuşmadan kendi katıma çıktım, asansörden indim, koridorda yürümeye başladım.  

Günlerden Salı’ydı.  Rolling Stones, “Ruby Tuesday” çalıyordu, duyabiliyordum.  Odama girdim… Şarkı devam ediyordu…

“When you change with every new day
Still I'm gonna miss you...”

Televizyonu açtım, birisi yüksek bir binadan aşağıya atlıyordu. Gözleri… Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri yakut kadar güzeldi. Ve... Günlerden Salı’ydı işte, başka da hiçbir şey bilmiyorum.

“Goodbye Ruby Tuesday…”







1 Ekim 2013 Salı

Yaz Bitti


“Tüm felaketleri başımıza toplayacaksın, sus artık” diyorum; susmuyor. Kulaklarımı kapıyorum… Gözlerimi kapıyorum… Ağzımı kapıyorum… Susmuyor! Uyanıyorum susmuyor, uyuyorum susmuyor. Doğuyorum ve ölüyorum... Yine susmuyor!

Birazcık sessiz olabilir misin? Burada yaşamaya çalışıyoruz!

*  *  *


Sabah yataktan kalktığım gibi sahile inip iskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum.  Akşama kadar sahilden geçen mutlu aileleri izledim.  Akşam olunca eve gidip maç özetlerine baktım. Ertesi sabah kalkıp tekrar iskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum ve her zaman olduğu gibi yine tuttuğum tüm balıkları denize bıraktım. Ve günden güne değişmeyen birkaç önemsiz şey daha…

Tam 93 gün boyunca her şey muntazam bir beyhudelik içinde öylece sürüp gitti. 94.gün, yazın sona günü, sabah erkenden kalkıp bakkala gittim. Alışveriş yapmaktan hiç anlamadığımdan peynir reyonunun önüne geldiğimde çamaşır makinesini izleyen küçük bir çocuk gibi mıhlanıp kaldım. Halimi gören bakkal yanıma geldi, “Peynir mi alacaksın?” diyerek olayı benim açımdan kolaylaştırmaya çalıştı. O an “Hayır, kız kardeşime çeyiz bakıyorum” demek istedim ama onun yerine “Evet, peynir alacağım” dedim.  Durdu… Düşündü. . . Sanki bir an için bakkallık yapmadığı önceki hayatlarını hatırladı. Kapıdan çıktı, denizleri ve tepeleri aştı, uzaklarda bir yerde bir terzi olarak uyandı.  Soylu bir hanımefendi ve onun uçarı kızı için iki top kumaştan 6 metrelik örnekler kesti. Sonra kız kumaşlara baktı, terziye burun kıvırdı ve yerleri sürüyen uzun ipek elbisesi ile dükkanın kapısından çıktı gitti. Kızın soylu annesi tek kelime etmedi, eliyle terziyi bir sivrisinek gibi başından savıp kızının peşinden boynundaki kolyeleri sallaya sallaya koşturmaya başladı. Terzi o an kendini çok yalnız ve önemsiz hissetti. Durdu… Düşündü... Sonra bir bakkalın içinde peynir camekanın önünde durup sanki bir daha terzilik yapmaya mecbur kalmak istemeyen biri gibi büyük bir ihtimamla müşterisine tek tek bütün peynirleri tattırdı… Maalesef ki bütün peynirler bana aynı geliyordu; hepsi ya yumuşaktı ya da sertti. Başka hiçbir ayırt edici özellikleri yoktu. “Sert olanından” dedim, daha iyi anlaşılması için elimle hangisi olduğunu gösterdim. Yarım kilo peyniri aldım, tebdili kıyafetle denetime çıkmış bir padişah sanıldığım dükkandan hürmetle evime uğurlandım.

*  *  *

Peyniri mutfak tezgahının üstüne bıraktım.  Salona geçtim, televizyon koltuğunun üstüne koca beton bir blok gibi çöküverdim. Televizyonda Scarface vardı, Sicilyalı diye çevirmişlerdi. Oysa Tony Montana Kübalıydı. Kübalı Montana afili bir serseriydi, görkemli kaybedenlerdendi.
Diğer tüm izleyişlerimde olduğu gibi yine Tony Montana kaybetti,  film bitti, yazılar akmaya başladı. Balkona çıktım. Son bir yıldır hiçbir mesajı silmemiştim, telefondaki kayıtlı tüm eski mesajları okudum.  Balkondan aşağıya baktım, neden bilmiyorum ama atlamaktan vazgeçtim. Salona dönüp koltuğa oturdum. Yazılar akmaya devam ediyordu. Durdum… Var gücümle ağladım.

Ağlamak bisiklete binmek gibi, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin asla unutmuyorsun. İnsan zihninin olayları önem sırasına göre sıralayan bir algoritması var, sanırım bu yüzden başı şeyleri unutmuyoruz.

Hiç unutmam,  “Her yıl 12 milyon kişi kanser oluyor ve yine her yıl 7 milyon kişi kanser yüzünden ölüyor” Sonrası sessizlik…

Üzerimde Ninja kamplumbağalı pijamalar vardı. O an üstümde bir şey olup olmadığı bile umurumda değildi.  Doktor bir ismilazımdeğil hastasının daha hergünbirsürüinsanölüyor raporunu yazmakla meşguldü.  Açık olan kapıyı tıklattım. Beni görünce şaşırdı, daha dün görüşmüştük.  Şaşkınlığı geçince beni ölümlerin tebliğ edildiği o kasvetli odasına davet etti.

Dün bütün kelimeleri tüketmiştik, bu sefer ona sadece sayılardan bahsedecektim. İstatistikleri anlattım; sayılara dönüşen anneleri ve babaları, çocukları ve sevgilileri. Sonra durdum, “Bu… Bu çok üzücü bir şey!” dedim.  Ne diyeceğini bilemedi, “Türkiye’de bu oran daha düşük, şanslıyız” dedi ve gülümsemeye çalıştı; ama yapamadı. Doktorlar bir yere kadar gülümseyebiliyorlar, mesleki deformasyon.  

O, yüzüne yarım kalmış bir tebessüm kondurdu; ben öylece durdum.  Gülümsemedim. Çünkü ben şanslı olmadığımızı biliyordum…

Ben 34 yaşındayım. Biz hiçbir zaman şanslı olmadık.

Annem 4 ay sonra öldü. Yazdı. Her şey çok canlı görünüyordu... Gündüzler çekilemeyecek kadar uzundu ve bizim hayata dair hiçbir umudumuz kalmamıştı.

*  *  *

Gözyaşlarım tükendiğinde yağmur başladı.  Kalktım, perdeyi aralayıp dışarıya baktım. Deniz fenerinin ışığı yanıp sönüyordu. Onun için bir şeyler yazmak istedim ama yazmak çare değil, ancak yazanı tüketiyor; kalem de tükeniyor nefes de. O yüzden deniz fenerleri hakkında yazmamalıydım. Ve diğer şeyler hakkında da. Şimdi sadece gitmeliydim.

Ninja kaplumbağalı pijamamla arabaya atladım, sahile doğru sürdüm. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Bu cehenneme aylardır ilk defa yağmur yağmıştı, onda da ben ölmek istiyordum.

Burada insanlar yardımseverdir,  seni ölüme terk edebilirler.  Ama kendi kendine ölmek, orası sana kalmış… Ölmeyi, annemi, annemle geçirdiğim tüm eski yazları ayrı ayrı özledim. Özledikten sonra durdum,  arabadan indim. Yağmurun altında yürümeye başladım. Bu küçük damlalar beni boğamazdı, denize doğru yürüdüm.
Deniz, okulun son zili kadar güzeldi. Ona doğru yürüdüm… Yürüdüm… Yürüdüm… Yürü… Yürüyemedim.
Yalnızız ama yalnızlıklarımız birbirlerinin alanlarını ihlal ediyorlar,  olaylara fail olamasak dahi en kötü şahit yazılıyoruz.

Bankta tek başına oturan kızın yanına gittim. Ağlıyordu. Yağmurluğunu yüzüne çekmişti, gözyaşlarını göremiyordum; ama onları duyabiliyordum. “Islanıyorsun” dedim.  Ağlamaktan konuşmaya dermanı kalmayanların kullandığı ağlama lisanıyla “Biliyorum” dedi.  Neden bilmiyorum, belki de bu dünyayla bir bağımın olduğunu hissetmek içindir, “Senin için bir şey yapabilir miyim?” dedim.  Ağlamasını bastırdıktan sonra iç çekti, “Beni dinlenme tesislerine götürebilir misin? Otobüsüm birazdan gelecek.”  “Tabii” dedim, arabaya bindik. Sürdüm. Eski Amerikan romanlarının sonsuzmuş gibi gelen uzun ırmakları boyunca sürdüm.  Yine de özgürlüğü tadamadım.

*  *  *

İçeriden bir hamburger, iki de çay alıp geldim. Kızın karşısına oturdum.Yağmur artık o kadar başına buyruk değildi, sanki bir an sinirlenip sonra pişman olmuş gibi bir hali vardı, nezaketle yağıyordu. Kız, teşekkür edip ona getirdiklerimi kendi önüne çekti.  Yağmurluğunun şapkasını çıkardı… Durdum... Düşündüm… Sanki mutlu olduğum diğer tüm hayatlarımı tek bir anın içine sığdırdım. “Eda…” dedim, sesim kıyıya vuran dalgalar gibi azametle gelip sükunetle geri çekildi. Bu yüzden o an beni benden başka kimsecikler duymadı.

Eda’ya baktım… Güzellik ve sefaletle gülümsedi bana. Bilmiyorum, belki de teşekkür etmek istedi. Artık buza dönmüş çayımı karıştırmaya devam ettim…“Sen… Nereye gidiyorsun?” Eda’nın gülümsemesi kayboldu. Deniz fenerleri, peri kızları ve şekerden evler gibi o son sayfayı çevirdiğimiz an yok olup gitti. 

“Anneme gidiyorum” dedi.  Devam etti, keşke etmeseydi…
“Annem öldü… Onun cenazesine gidiyorum.”

“Senin de mi?” deyip boynuna sarılmayı düşündüm önce. Sonra bencillik ettiğimi anladığımda buz gibi çayı tek dikişte içtim. “Bu zor olmalı… Başın sağ olsun.”  Eda, “Dünyada üzgün insanlar var ve annesi ölmüş üzgün insanlar var. İlk grup ikinci grubun ne yaşadığını gerçekten bilebilseydi mutluluk ve üzüntünün evrensel tanımları olurdu” dedi.

Sonra bir süre ikimiz de sustuk. Bir dinlenme tesisinde,  tek bir arabanın geçmediği yolu seyrettik.  Sonra Eda “O kasabada mı yaşıyorsun?” dedi. “Evet” dedim, “bir seneden fazla oluyor.” “Daha önce nerede yaşıyordun?” dedi. “Daha önce kışları İstanbul’da, yazları burada yaşıyordum. Şimdi sadece burada yaşıyorum” dedim. “Neden?” dedi. “Annem öldükten sonra intihara meyilliyim, olur da ölürsem kendi halimde, kimselere rahatsızlık vermeden ölmek istiyorum” diyemedim. “Annen… Neden öldü?” dedim. “Kanser” dedi.  “İstatistikler…” diyemedim. Sustum.

Otobüs, Azrail gibi tam vaktinde yetişti. Eda otobüsü görünce ayağa kalktı, ben de onunla beraber kalktım. Otobüs yanaştı, kapı açıldı. Eda bana baktı. “ İsmim Eda” dedi.

“Biliyorum. Senin adın Eda ve sen bir zamanlar 18 yaşındaydın, gördüm. Hastanenin arkasındaki sitelerden birinde kalıyordun. Annenle beraber gelmiştin. Babanı hiç görmedim. Bazen sahilde karşılaşıyorduk. Ben arkadaşlarımlaydım, sen arkadaşlarınlaydın. Bir iki kere sohbet ettik. Üniversiteyi kazandığını söyledin bana. Bilmiyorum sonra okudun mu ama İngilizce öğretmenliği okuyacaktın.  Bir keresinde de kitaplardan konuştuk. Şimdi hatırlamıyorum ama söylediklerin hoşuma gitmişti. Bilmiyorum, ben o yaz sana birazcık aşıktım, belki ondandır. ”

Hiçbir şey söyleyemedim… Durdum. “Görüşürüz Eda” dedim.  İstanbul’da milyonlarca insan var, en iyi ihtimalle zamana bıraksak bile görüşmemiz pek mümkün görünmüyor.  Bunu bilerek el salladım sana. Sen cam kenarındaydın, gördün.  Gülümsedin.  Seni bu halde gülümsemeye mecbur bıraktığım için özür dilerim.

Eve gittim. Olta takımımı, defterimi aldım. Arabaya atlayıp sahile gittim. Deftere son bir sayfa ekledim. Defteri, havluları, çantayı bir kenara bıraktım. Oltayı aldım. İskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum. Sonra bütün balıkları denize bıraktım. Peşinden de kendimi.

Defterin sayfaları uçuştu, son sayfada rüzgarın nefesi kesildi.

“yazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyaz….”


Bitti.



7 Ağustos 2013 Çarşamba

Bi evden çıktın mı sonrası hep bayram


Bazı günler, dünyanın hala yok olmamış olmasının büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum.

Saat sabahın körü;  kaç, hiç bilmiyorum… Perdenin kenarındaki aralıktan odamın içine- tıpkı bir Çehov hikayesinin başlangıç tasvirlerindeki gibi- süzülen Güneş, ışıltılı mızraklarını üzerime doğrultmuş, “Kalk hadi,  yeter manda gibi yattığın” diyerek beni yeni bir güne davet ediyor. Aslında davet etmiyor,  cebir uygulayarak beni tek sadık yârim olan yatağımdan koparmaya çalışıyor.

Sevgili ışık kaynağımız, seni anlıyorum, sen de görevini yapıyorsun. Ama inan ki bunlar senin anlayabileceğin meseleler değil! Uyku, bir insanın en büyük aşkıdır. Şimdi lütfen beni sevgilimle yalnız bırakır mısın?

Güneş laftan anlamıyor, mercekle karınca yakan zalim çocuklar gibi beni insanlığa aykırı faaliyetlerinin odağı haline getirmeye devam ediyor. Kendisine bu gökkubbe altında yaşayan tüm karanlık düşkünü insanlar adına okkalı bir küfür ediyor ve dilim döndüğü ölçüde o yokken hayatımın çok daha güzel olduğunu bir gök cismine anlatır gibi, tane tane izah ediyorum. Bunu bir insana söylesen çoktan seni terk etmiş,  çocukların velayetini de alıp şehir değiştirmiş,  seni çocuklarının beysbol maçlarını kaçıran hayırsız bir babaya dönüştürmüştü.  Olması gereken de buydu zaten. Ama işte Güneş, içinde fırtınalar kopan delişmen bir gök cismi olarak hiç halden anlamıyordu!

* * *

Bugün bayram olduğuna göre rutin meymenetsizliğimi dolaba kaldırmalıydım Dans ederek dolabın önüne geldim, üzerime giymek için gayya kuyusunu andıran dolabımın içini dışına çıkardıktan sonra en uyumsuz kıyafetleri bulup aynanın karşısına geçtim. Şu halimle elbiselerini gardıroptan çıkardıktan sonra onlarla vals yapan tuhaf kızlara benziyordum. Allah’ım ne kadar da mesudum!

Sonra merdivenlerden aşağıya… Şaka şaka, sadece dizilerde tüm evler iki katlıdır. Benimkisi düz bir apartman dairesi, dikey olarak hiçbir numarası yok. O yüzden yatayda ilerleyip salona geçtim. Salondaki büyükanne sandalyeme oturup, bir yandan ileri geri sallanırken bir yandan da bayramda neler yaşayacağıma dair küçük, tatlı bir flashforward yaşadım…

* * *

İstikamet -her zamanki gibi- büyükanne evleri… Her gittiğinizde önceden nasıl bıraktıysanız öyle bulduğunuz, zamandan münezzeh yapılar; ölümsüzlük pınarları, zamansızlık vadileri, kayıp eşya büroları… Bıraktığınız eşyaları yıllar sonra tam da bıraktığınız yerde bulabildiğiniz, zamana meydan okuyan bu nostalji yuvalarına ilk adımınızı attığınızda artık bayram ziyaretiniz resmen başlamış demektir.

Eve girdikten sonra ikinci aşamaya geçilir; olağan şüpheliler gibi dizilip gergin bekleyişin son bulmasını beklemek. Bu aşamada senden beklenen, konuşma sırası sana geldiğinde usturuplu, şaibeye mahal vermeyen, net cevaplar vermendir. İşte ben, tam o noktada statükoya isyan edip kendimi Fransızca rap yaparak ifade etmek istiyorum; ama yapamıyorum. Sonuçta yaşlı başlı insanlar, tansiyon kalp, her türlü hastalık var bunlarda.

Girizgahın ardından sıra artık klasikleşmiş sorulara gelir.

“Naber, ne yapıyorsun?”

Dünyayı ele geçirme planları yapıyorum. Çok karakteristik bir gülüşüm var, evde düzenli olarak kötü kötü gülme provası yapıyorum.  Şu an için her şey yolunda gidiyor. Eğer ileride karanlıkların lordu falan olursam dünyayı güzelleştirmeye önce çevremden başlayacağım, ayvayı yediniz!

“Okul bitti mi okul?”

İşte bir kabası kaldı, yakında teslime hazır hale gelir. Bir sil, temizle çiçek gibi olur vallaha…  Evet, bitiremedim.

“Kız var mı kız?”

Var,  kışlıkların arasında saklıyorum, zamanı gelince çıkartacağım! “Hayır” desem birbirinize sarılıp ağlayacakmış gibi bir haliniz var, o yüzden şu an bir şey de diyemiyorum…  Ya aslına bakarsanız var; ama onun bundan haberi yok. Gelecek on yıl içinde haber vermeyi düşünüyorum. O sırada muhtemelen çoğunuz da ölmüş olur.  Evet, bu biraz acımasızcaydı ama hayat da öyle… Bu arada evet, kız arkadaşım yok.

“İş güç, var mı bir şeyler?”

Apple’a ortak oldum ama Jobs sonrası dönemde biraz kayıplarımız oldu, inşallah tekrardan toparlayabilirsek Tekirdağ’dan bir yazlık almayı düşünüyorum.

Soruların bitmesi ritüelin tamamlandığı anlamına gelmiyor. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” demişsin bir kere,  mecburen bütün akrabalarla tekrar tekrar tanışacaksın.  Tabii burada katalizör görevi gören sevecen bir teyze lazım, yoksa sessizlik içinde kaybolup gidebiliriz.

* * *

Katalizör teyze görevini çok iyi yapmıştı… Sonunda bir fırsatını bulup nefes almak için kendimi balkona atıverdim. Bir sonraki basamak olan kendimi balkondan aşağı atmayı düşünüyorken küçük bir çocuk yanıma sokuldu. Yalnız kalmak istiyordum, tersleyince gider diye düşünüp hemen lafa girdim.

 “Napıyon lan?”
“Yoğunum”
“Nasıl yoğunsun?”
“Okul öncesi eğitim tam bir arena… Bir kurtlar sofrası… Herkes senin düşmeni bekliyor… Sen ne yapıyorsun?”
“Hiç, düşünüyorum”
“Çok kafana takmayacaksın bazı şeyleri. Ben son birkaç senedir uykusuzluk çekiyorum, düşünceden hep.”
“Ne diyorsun oğlum sen?”
“Seni hayata bağlayacak bir şeyler bul. Çok da zor bir şey değil, sadece biraz çaba göstermelisin”
“Hadi lan oradan!”
Balkonun kapısından çıkarken arkamdan bağırdı.
“Yaşlılara da iyi davran, sen de yaşlanıyorsun!”

Çocuklardan nefret ediyorum!

* * *

Sandalye durdu…  Bunları düşündüğüm birkaç dakika boyunca yaşlandığımı, daha doğrusu üzerime bir olgunluk çöktüğünü hissediyordum. Artık bir sallanan sandalyenin hakkını verebilirdim…


Evden çıkmadan evvel aynaya baktım. “Gevşek herif, biraz kendini toparla, böyle olmaz…” gibisinden bir şeyler geveledikten sonra kapıya doğru yöneldim. Kapıyı açtıktan sonra birkaç saniye duraksadım. O birkaç saniye içinde yatağa dönüp bütün gün uyuma fikrine karşı destansı bir zafer elde ettim. Kapıyı çarpıp çıktım.  Oysa birazcık daha uyuyabilirdim.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir(1) Mayıs Hikayesi




Biz burada ne arıyoruz?


Tam kırk beş dakikadır aynı masanın etrafında oturmuş, sessizliğimizi paylaşıyoruz.  Garsonlar bile dışarıdaki muharebeye dalıp gitmiş, bizimle ilgilenen kimse yok. Hatta bugün çalışmıyor bile olabilirler… Evet, belki de şu anda sıra dışı bir eylemin ortasındayız.

Alev, lavaboya gideli on beş dakika oluyor.  En son bir yere gitmiş ve 14 yıl dönmemişti. Tuvaletten buraya o kadar mesafe yok,  bu sefer daha erken gelecektir.

Ömrünü devrimci mücadeleye vakfetmiş Fırat, Bruegel’in tablosundaki İsa kadar görünmez şu anda. Bazen tüm insanlık uğruna kendini feda eden biri bile geri planda kalabilir, hayatın minnete dair kabarık bir sabıka dosyası var…

Fırat’ta bugün bir şey var… Sanki bir şey söylemek istiyor da söylemeye kalksa söyledikleri ucuz bir kaybedişe konu olacak diye korkup vazgeçiyor. Ee Fırat, bazı kelimeler yazıldığı gibi söylenmiyor!

Fırat, bugün sanki biraz bana mı benziyor ne? Oysa Fırat’la biz ayrı hikayelerin kaybedenleriyiz.

Fırat o kadar kitap okudu,  hep hayallerinin peşinden gitti; yine de mutlu olamadı. Bense tüm hikayeleri tam da olayların düğümleri çözülmek üzereyken terk ettim. Kitap ayraçlarını yarı yolda bıraktım.  En güzel filmlerin yarısında çıktım. Oyunun en heyecanlı yerinde “Ben eve gidiyorum” dedim.  Ben de kendimce mutlu olamadım Fırat, benim de kendime ait mutsuzluk yöntemlerim vardı.

Alev geldi, yerine oturdu. Dışarıyı seyretmeye başladı… Alev, kafasını çevirip dışarıya bakıyor ya… O an sanki gidecek bir yer görüyor; birazdan kalkıp oraya doğru yürüyecek ve yıllarca geri dönmeyecek…  Neyse ki bugün hiçbir yere gidemez. Dışarıda uzaylı istilasından beter bir kargaşa var… Tüm yollar kapatılmış, ulaşım araçları garajlara hapsedilmiş ve tüm özgürlük hikayeleri yastık altı yapılmış… Heyhat, bugün kimse hiçbir yere gitmiyor.
*  *  *

Alev ile Fırat ne anlatacağım diye ağzımın içine bakıyorlar… Tam mutlulukla ilgisi olan bir şey anlatacağım, gözlerim doluyor, ağlamaya başlıyorum. Fırat masadaki peçeteyi uzatıyor, “Hayırdır, neyin var?” diyor.  Alev, üzüntüyle bakıyor bana:

 “Ağlıyorsun”…  

Hayır, ağlamıyorum Alev, gözüme biber gazı kaçtı! En son 99 yılında ağlamıştım.

“Mahalleden ayrıldığımız yazdı, doğru.”

Yok ondan değil, o kış Barış Manço ölmüştü, aklıma geldikçe ağlıyordum.

Garsonlar arkamdaki aralık pencereyi kapatıyorlar…  Kendimi topluyorum. Bir şeyler yapmam lazım… Sanki şu anda benim bir şeyler yapmam dünyanın geleceği için hayati bir önem arz ediyor.  Bir anda herkesin tek umudu oluveriyorum.  Yüksek katlı binalar çöküyor,  göğe uzanan dağlar unufak olup uçuşan toz zerrelerine dönüşüyor, sokaklarımız kızıl nehirler gibi akıp gidiyor,  Acun’un programlarının açık olduğu televizyonlar buhar oluyor, denizlerimiz kaynatılıp ateş kesiliyor… Her şey sarsılıyor, her şey dalgalanıyor ve her şey kayıp gidiyor… Bir şeyler yapmalıyım…  

Eski bir solcu, eski bir sevgili, onların karşısında “eskisi gibi” olmaya çalışan ben… Bir fıkranın güldürmeyen karakterleri gibi bir masanın etrafında buluşmuşuz.  Tam o vurucu final cümlesi ağzımdan çıkıverecek, Fırat benden önce davranıyor:

“Ben Alev’i seviyorum… “

Bravo Fırat, ben de tam onu söyleyecektim, sen benden daha çok yaşayacaksın.

*  *  *

Sonra bir şeyler anlatıyorlar… Anlamıyorum. Kalkıp gitmek istiyorum; ama dışarı çıkamıyorum. Sokaktan dumanlar yükseliyor… İçeriden… Dışarıdan… Buralar hep yangın yeri!  Nefes almaya çalışıyorum,  kafamı kaldırıyorum ama ne kadar çırpınırsam çırpınayım bir türlü suyun yüzeyine çıkamıyorum. Boğulacak gibi oluyorum. Nefesim kesiliyor.  Tam bayılmak üzereyim,  biri beni kollarımdan tutup karaya sürüklüyor.

Üstü başı su içinde, sırılsıklam… Bir süre hiçbir şey söyleyemiyorum, öylece kalakalıyorum. Kafenin  camı kırılmış… Zorlukla nefes alan çocuk kalan tüm gücüyle konuşuyor. “Dışarısı” diyor, “çok karışık…” Kırık cama doğru yürüyorum, dışarıya bakıyorum…  Sanki yıllar sonra insanlığa ilham verecek bir medeniyet inşa etmeye kalkılmış da daha en başında çimentodan çalındığı için bir yere varılamamış! Kaybedişin bin türlüsü kaldırımdaki taşlara kazınıvermiş…  Bir sigara yakıyorum. İçeriye doğru dönüyorum…  Alev ile Fırat’a bakıp gülümsüyorum.  Sudan gelen çocuğa selam verdikten sonra dışarıdaki kargaşanın içine doğru yürümeye başlıyorum. İnsanların arasından öylece geçip gidiyorum; sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir sıkıntımız yokmuş gibi... Ne kendim için ne de başkaları için bir şey yaptım ben.  Her şeye, herkese geç kaldım. Bu yüzden şimdi sadece yürüyeceğim…



14 Nisan 2013 Pazar

İsimsiz Mektuplar




Sevgili X,

...

Bana söylemek istediğin bir şey var mı? “ dedim… Sustu, hiçbir şey söylemedi. İnsanlar, günde 400 kelime ile konuşuyor;  kendini tekrar etmemek için sustuğunu düşünüyorum.  Belki de o kelimeler içerisinde en değerlilerini istedim ondan, bunlar öyle bir çırpıda söylenecek şeyler değillerdi... Sence çok fazla şey mi istiyorum? Belki de istemeyi bilmiyorum; daha önce hiçbir şeyi tüm kalbimle istemedim. Zaten içimde filizlenen tüm istekler, gerçekleşme ihtimalleri belirdiği anda yok olup gidiveriyorlar… 

Hatırlar mısın, eskiden Pazar sabahları balkondan mahalleye baktığımızda, sanki dünya her gün bizim için yeniden yaratılıyormuş gibi gelirdi. Her yeni günle birlikte bir macera romanının ilk sayfasına uyanıyorduk… Geçen perdeciye gidip simsiyah perdeler aldım.  Kendimi güneşin artık doğmadığına inandırmaya çalışıyorum. Çünkü eğer içerisi tekrar aydınlanacak olursa, ben bu ‘efkar müzesi’ni andıran evde bile kendime bir umut kırıntısı bulmayı başarıp onun peşine takılacağım ve yine gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ihtimal yüzünden perişan olacağım, biliyorum…

Ben, onu ilk görüşümde aslında kendi perişanlığımı görmüştüm…

Bak, yine çok konuştum… Bazen durursam herkes bana dönüp “Neden böyle birisin?” diye soracakmış diye çok korkuyorum. Eğer bir sessizlik anı yaşanır da birisi lafa girme ihtiyacı hisseder ve bana bu soruyu sorarsa, işte o zaman bütün sihir bozulacakmış gibi geliyor… Sana da aynısı olmuyor mu? Sahi sen nasıl yaşıyorsun, neler yapıyorsun? Zaten öğrenmişsindir; senin açılamadığın bi kız vardı ya… Ben o kıza senin ağzından mektuplar yazdım! Beni bağışla, birilerinin mutlu olmasına o kadar ihtiyacım vardı ki… Çok saçma olacak ama bir an o mektupları sanki senin dükkanın üstünde oturan o kız için değil de kendi sevdiğim kız için yazdığımı hayal ettim… Hep böyle yapıyorum, yazarlar kendilerini bu kadar açık etmemeliler!

Bazen böyle çok komik bir hikâye anlatmaya kalkıyorum da hikâyenin sonu gelmeden herkes ağlamaya başlıyor! İlk başlarda başka hayatlardan alıntılar yaptığım için güldürmekte başarılı oluyorum ama hikâye ilerledikçe tanıdığım gerçek insanlara tutunma mecburiyeti hissediyorum ve işte o zaman kendi hikâyem kazaktan sarkan bir iplik gibi tüm dikkatleri üzerine çekiyor. Ne kadar güzel hikâyeler anlatırsam anlatayım, ne kadar güzel bir güne uyanırsam uyanayım en sonunda laf bir şekilde sonu güzel bağlanamayan bir eski zamanlar hikâyesine geliyor… Keşke elimden daha iyisi gelseydi.

Affet, yine söyleyeceklerimiz kalbimizden dilimize ulaşana kadar büyük badireler atlattı. Kelimeler yine en güzel çağlarını bizim sustuğumuz devirlerde yaşadı. Ve biz konuşmaya başladığımızda artık her şey için çok geçti… Ah, senin için daha iyisini yapabilseydim keşke! Sahi, o kız seni aradı mı? Aramadı değil mi? Yine benim başarısızlığım senin başarısızlığın oldu, gördün mü? Annem, ben aptalın teki gibi her seferinde en değerleri şeyleri kırmayı başardığımda “Bu çocuklar neden böyle?” diye sitem ederdi. Aslında senin bir suçun yoktu. Senin hiçbir zaman bir suçun olmadı ki zaten. Bu yüzden en masumumuz olarak en çok senin kızmaya hakkın var. Kızıyorsun da biliyorum. Her şeyi babamla ilişkilendirdiğim için… Oysa tüm bunlar benim şahsi aptallığım, farkındayım. Sonra… O beyaz eşya dükkanında tüm gün mutfak robotlarına ve tek kapılı buzdolaplarına baktığın için kızıyorsun… Seni aramadığım için kızıyorsun… Ve en çok da böyle umursamaz bir adam olup kendimi tükettiğim için kızıyorsun.

Kimse bu kadar uzun süre yaşıyormuş taklidi yapamaz kardeşim... En iyi oyuncular çocuk oyunculardır, kurulan dünyanın gerçekliğine kolayca inanırlar… Büyüdükçe bu dünyada gözle görülür noksanlıklar peydahlanır, kafanı çevirdiğin her yerde yanlış oynanan bir tirad görürsün. Sen de görmüşsündür… Onlar da gördüler… Herkes aynı hayatta yaşıyor, elbette görecekler…

Anlamışsındır, bunca zaman sonra birden bire sana mektup yazmamın sebebi, seni çok özlemem değil. Evet, seni özlüyorum ama ben bunu aslında onun bana söyleyecek hiçbir şeyi olmadığı için yazıyorum. Ben sadece onun yerine de konuşmak istedim… Senin yerine… Ve başkalarının… Şimdi neden bu kadar geveze bir adam olduğumu anlıyor musun?

Komik olan ne biliyor musun, birazdan hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edeceğim.  Ama arada gözümü kapayacağım,  hatırladığım güzelliklerde bulacağım sizi. Sabah mahallede oynamaya çıktığımızda ya da üniversiteyi bitirdikten sonra,  iki bin bilmem kaç yılında, okulun oralarda bir yerde, onunla otururken hissettiğim o “sanki bir şeyler olacak” hissiyle hatırlayacağım sizleri. Belki bazen neden onu ne kadar sevdiğimi söyleyemediğimi,  yaşamaya istidadı olmayan biri olarak her şeyi ondan beklememin ne kadar büyük bir ahmaklık olduğunu düşünüp pişman olacağım. Seninle yeterince vakit geçiremediğimiz için kendimi suçlayacağım. Hep çok yaklaştığım ama ulaşamadığım bir mutluluğun belli belirsiz hatırası ile yaşamaya devam edeceğim. Günde 400 kelimeden fazla konuşacağım. O kadar çok konuştuktan sonra geriye dinmek bilmeyen bir özlem kalacak; işte sizleri oraya saklayacağım kardeşim…

Kardeşin,

Y.

31 Mart 2013 Pazar

İstasyon İnsanları


Eski zamanlara ait bir pazar günüydü, istasyon diğer tüm hafta sonları olduğu gibi o hafta sonu da içimize korku salacak kadar kalabalıktı. İstasyon bu kadar kalabalık olduğunda kimlerin o gün orada olduğu meselesi birden önemsizleşirdi. Beklediğiniz birinin gelişini kaçırabilirdiniz. Çok önemli bir şey söylemek istediğinizde ne kadar uğraşırsanız uğraşın, isterseniz avazınız çıktığı kadar bağırın bir türlü derdinizi anlatamazdınız. Kimse sizin derdinizle ilgilenemezdi. Kimse sizin hikayenize ortak olamazdı. İstasyon bu kadar kalabalıkken hiç kimse bu kadar tekilleşemezdi.    

Bu Pazar gününün böyle tekilleşebileceğini kim düşünebilirdi? Onun yıllar sonra bir Pazar günü karşıma oturup bütün o meseleleri tek bir meseleye indireceğini, hayatımda ilk defa sorunun ve çözümün kusursuz bir berraklığa kavuşacağını kim tahmin edebilirdi? Bunca zamandır ümidini kaybetmeden bu istasyonda yaşayan kaç kişi kalmıştık ki zaten?

O kim miydi? O bende sevmekten da eskiydi. Bilip de hatırlayamadığım tüm o güzel hikayeler gibi belli belirsiz bir hatırası düşse zihnime,  içimi bir sıcaklık kaplardı. En güzel günümü daha sevmenin adını koymadan yaşamıştım onunla. Onu tanıdığımda daha sevmenin adı yoktu. Onu tanıdıkça sevmek bazı anlamlara gelmeye başladı.

Sonra bir pazar günü, çokça pazar geçtikten sonra gelen o en güzel pazar günü, o geri geldi…

Eski günlerden bir fotoğraf saklıydı yüzünde; ama şu an karşımdaki haliyle, gerçekte, tüm fotoğraflardan daha güzeldi.
“gittikçe güzelleşmişsin”
“aksine geride bırakıldıkça güzelleşiyorum ”
“geride kalan da değişir… hala aynı insanmış gibi konuşuyorsun”
“Aynı insan değilim. Neden öyle düşündün? bu hiç geçmeyecek mi sanıyordun? Bazen seni unuttuğum bile oldu”
“ nasıl hissettirdi?”
“taşınmak gibiydi…gittikten sonra sanki yeniden doğmuş gibi hissediyorsun, her şey o kadar yeni ve keşfedilesi ki…yeni okulunu, yeni mahalleni keşfe çıkarsın ya , işte unutmak öyle bir şey. “
“peki hatırlamak?”
“eski mahalledeki arkadaşlarını düşünüp onlara doğru koşma isteği…”
“hiç koşabilenine rastlamadım”
Acı acı güldüm, başka bir noktaya bakıp aslında onun gözlerini düşünerek konuştum
“ben gitmiştim”
“sen mi?”
Ona bakmıyordum ama gözleri çok güzeldi, anlatmaya başladım.
“evet. 18 yaşındaydım, taşındığımızın üzerinden beş yıl geçmişti. Eski arkadaşlarımı görmeye gittim. Onları bulacağımı düşündüğüm yerde değillerdi, bunu tahmin ediyordum ama yine de bunu görmek beni şaşırttı… biraz da hüzünlenmiştim diye hatırlıyorum. Nerede olabileceklerini düşündüm ve aklıma hiçbir şey gelmedi. O an bir korkuya kapıldım…ya onları bulamazsam? Ya aradaki açığı hiçbir zaman kapatamayacaksak? Korktum, geri dönmeye karar verdim.  Sanki unutmak devam etmemizi sağlayan bir şeymiş gibi geldi.”
Söyleyecek doğru sözü aradık, ben onun için en güzel cümlemi ararken o birden bire soruverdi, zaten hep birden bire olur böyle şeyler:
“ kimseyi sevdin mi?”
Bu çok aniydi ama düşünmem gerekmiyordu. Sadece onun da bunu düşünmesini istedim.
“senden önce mi, senden sonra mı?”
“çok geniş zamanlarda soruyorum bu soruyu”
“hayır, senden önce ve senden sonra hiç kimseyi sevmedim”
“nasıl yaşadın?”
“ben çok geniş zamanlarda yaşamadım ki, sende yaşadım. Sonrası zamansız felaketler ve güldürmeyen şakalardı.”
Bu sefer o acı acı gülümsedi.
“haksızlık yaptığını düşünüyorum.”
“hayata mı?”
“hayır bana.”
“neden?”
“beni çok fazla sevmişsin. Ben beklentileri hiç karşılayamadım. Bunu bile bile beni sevmişsin, en azından bana sorman lazımdı”
“beni seviyor musun?”
“hangi filmde geçiyordu bu?”
“bir cinayet işleniyor, polisiye olmalı.”
“peki sonu sürprizli mi?”
“hayır, aslına bakarsan beklenmedik pek bir şey yok.”
“gerçek gibi sanki”
“beni seviyor musun?”
“gerçek gibi sanki; ama hatırlamıyorum…”
Etraftaki insanlara baktım. Onları da hikayeye dahil etmek biraz olsun azaltıyordu
üzüntüyü, biraz olsun hafifliyordu içimdeki sızı.
“insanlar neden hep birbirlerini en güzel halleri ile hatırlamak isterler? Bu sana da garip gelmez mi? Ben senin dağınık saçlarını,  kitabının üstüne düşen gölgeni, elinde kahvenle boş sokaklara düşen aydınlığı kısık gözlerle izlemeni hatırlıyorum. Parmakların sarı kıvırcık saçlarının içinde kaybolmuş, başın hafif yana eğik, dirseğinle koltuktan destek alırken haberleri seyretmeni hiçbir şey unutturamıyor… bazen her şeyin çok acıklı olduğunu düşünüyorum, bir tek sıradan ve bize ait olan o küçük anlarda bir şey saklıymış gibi geliyor. ”
Umutsuz bir ton yakaladı, onunla da devam etti.
“ya öyle değilse? Yani belki de tutunacak bir yaşanmışlık derdindeyiz. Yoksa anlamsızlık girdabına sürüklenip yok olacağız. sen boğulmamak için bana sarılıyorsundur…”
“ben sana boğulmak için sarılıyorum Miray, senin gülümsemende kaybolmak için sana sarılmak istiyorum.”
“beni bu kadar çok mu seviyordun?”
Cevabını bildiği bir soru sordu bana, belki de cevaplara inanmamaya başlamıştı.
“sen hiç birini gördüğünü hayal ettin mi? Bunu düzenli olarak, sanki hayati bir ihtiyaçmış gibi yapmaktan bahsediyorum…Şans eseri bir kafede rastlaştığınızı…sonra gülümseyerek masana kadar gelip karşına oturduğunu…her gittiğin kafede bunun hayalini kurduğunu ve hayal bitip de gerçeğe döndüğünde karşındaki garson kızın sipariş için senin kendine gelmeni nezaketen açık etmediği bir acımayla dakikalardır beklediğini hiç tecrübe ettin mi? Kalp kıran bir şarkı gibidir.”
Doğru olduğunu bildiği bir şeye inanmamak için çabalıyordu sanki.
“nasıl oldu da ben gittiğimde içinde bu kadar acıklı bir şarkı çaldı?”
“biliyor musun, ayrılık şarkıları insanlar başkalarına gittikleri için acıklıdır. Bir yere değil de bir başkasına. Biz ayrıldığımızda sen sanki başka birine gitmişsin gibi hissettim.”
“sen gitmedin mi?”
“sen başka birine gittin, ben karanlığa döndüm…en sevdiğin şarkı hangisiydi?”
“bunun artık ne önemi var ki?”
Gülümsemeye çalıştım.
“sen kafeden içeri girip karşıma oturduğunda bu şarkıyı çalacağım düşüncelerimde”
Düşünmeden cevapladı.
“sound of silence…”
“ eski dostum karanlık merhaba, tekrar konuşmak için geldim seninle…”
“evet öyle der…ya seninki?”
Ben de düşünmedim.
“melancholy man…”
“ben bir melankoli adamıyım, işte ben buyum…ben çok yalnız bir adamım… elimden geleni yaparım tüm dünya beni şaşkına çeviriyor ve sanırım anlıyorum; büyümeye, beklemeye ve görmeye devam edeceğimizi.”
Bir kez daha gülümsedim, belli belirsiz, Miray gibi gülümsedim.
“öyle”
“hiç durmak aklına gelmedi mi? Yani biz yaşıyoruz ve bu zor, biliyorsun. Kolay olan aklına gelmedi mi?”
Yaşamla arasında ince bir bağ vardı, ipek gibiydi onu uçurumun üstünde tutan ip, güzel ve hassas. Bazen böyle şeyler söylerdi, hayalini bile düşünemezdim. Ben onun gibi güçlü değildim, ne kendimi ne de onu kopan bir ipin ucunda görebiliyordum.
“vapurdan kendimi aşağıya bırakmak aklıma geldi ama birileri bakıyordur diye vazgeçtim”
“ben… belki de bunu karşılaşma ihtimalimizi yok etmek olarak görüyordum… ölmek sanki uzun bir tatile çıkmaktı. Kimsenin seni bulamayacağı bir tatil kasabasına gittin mi hiç?”
“ben orada büyüdüm. Kimseler gelmezdi. Belki bu yüzden seni bekleyebilecek gücü kendimde bulabildim. Sen hiç dönmeyecek birini bekledin mi?”
“bekledim”
“nasıldı?”
“gülünç tesellilere bel bağlarsın; gökyüzünde, denizde onun yüzünü görürsün. Onun mutlu olduğu senaryolar yaratırsın…en komiği de ne biliyor musun? Onun seni gizlice izlediğine inanırsın. Sanki hayatında olmasa da hala seni düşünüyor, seni gözlüyor…çok saçma ama bunu düşünmek o an için seni mutlu eder”
Kimi beklediğini hiçbir zaman öğrenememiştim, o da hiç anlatmamıştı.
“beni beklemeni o kadar çok isterdim ki…”
“beklemediğimi nereden biliyorsun?”
“sen kimseyi beklemezsin, durmaktan korkuyorsun çünkü. Durduğunda aklını kurcalayan bir şeyler var, ne olduğunu bilmiyorum ama durmana engel olduğunu biliyorum…beklemeyi sana anlatabilirim…her Pazar bu istasyonda duran trenleri izlemektir beklemek.”
“neden Pazar günleri?”
“ilk geldiğin gün gibi olur diye düşündüm, eskisi gibi olsun istedim”
“ya diğer günlerden birinde gelseydim?”
“gelmezdin. Güzel bir tatil gününün başlangıcında gelecektin. Yaşanacak uzun bir günümüz olacaktı.”
“ tatilin son günü gelmem bir trajedi olmayacak mıydı peki?”
Gözlerinin içine bakıp zoraki gülümsedim, kafamı salladım.
“evet, hayatımızın trajedisi.”
“trenimin gelmesine 5 dakika var…”
“böyle durumlarda ne yapılır hiç bilmiyorum…beş dakika için yaşamış olabilir miyim? Yani tüm bu olanlar, hepsi bir beş dakika için miydi?”
“peki şimdi ne yapacağız?”
Aklıma hep en kötüsü gelirdi.
“ vedalaşmamız gerekiyor sanırım.”
“ben de kıl payı kurtulacağımızı hiç düşünmemiştim”
“o trene binip gittiğinde ne yapacaksın?”
“yaşayacağım, ya sen?”
“bekleyeceğim.”
Uzun uzun bana baktı ve çok bilmiş bir çocuk gibi konuştu. Bazen bir çocuk kadar hassas olurdu; ama çok bilmiş bir çocuk gibi. İşte o zaman her söylediği gerçek olurdu, sorgulayacak gücün olmazdı. Öylece kabullenirdin…
“hiç gelmezsem bana kızar mısın?”
“…dünyada bundan daha güzel bir şey yok ki Miray, senin bir trenden inip masama doğru yaklaşıp tam karşıma oturmanı, garson kıza iki kişilik sipariş vermeyi, sonra senin sarı kıvırcık saçlarınla oynayışını seyretmeyi, birbirimize gündelik olaylardan bahsedip görkemli bir trajedinin içinde sıradanlaşıp öykünün ağırlığından kendimizi kurtarmamızı ve en sonunda…tam her şeyi netleştireceğimiz bir an gelecekmiş gibi… mutluluğun en saf halini deneyimleyecekmişiz gibi… hayata dair çok önemli bir gizemi çözecekmişiz gibi… bunların olmasını arzuluyorum; ama başka bir şey olacak, biliyorum…en sonunda...“
“en sonunda ne oluyor?”
“bir tren geliyor, her şeyimizi alıp gidiyor…”