14 Kasım 2015 Cumartesi

Dünya Yok Artık


Sevgi, bir tümör ve hayata gözlerimizi açtığımız andan itibaren bizi içten içe yeyip bitiriyor.

***

Şu an Dünya’dan 445 km uzakta, Uluslararası Uzay İstasyonu’nun her biri mini bir Boeing 747’yi andıran o ruhsuz yatak odalarından birindeyim. İsa’dan 2023, Vostok uzay aracının Yuri Gagarin’i bu adı batasıca dünyadan kurtarmasından tam 62 yıl sonra, ne dönülecek bir ev ne de uğruna ölünecek birinin kaldığı kıyamet ertesi zamanlarda yaşıyorum. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de her gece tüm sevdiklerimi kaybettiğim kabuslar görüyorum; sanki çoktan ölmüş olmaları bir an olsun aklımdan çıkıyormuş gibi…

Zaman, son birkaç yıldır lüzumsuz bir merhamet içerisinde, tüm kışkırtmalarıma rağmen beni öldürmeye bir türlü yanaşmıyor. Bilmiyor herhalde, burada yaşama dair tek bir iz bile kalmadı. Bir tek, çoktan ellerimizin arasından kayıp gitmiş o eski, sararmış günler, başka da bir şey yok. Ölüm bile unutuldu da sonu gelmez gecelerde kendimize yastık yaptığımız o gözü kör olasıca hatıralar, onlar bir türlü defolup gidemediler!

***

Hep bir astronot olmak istemiştim; oldum da. Askeri liseye girerken yapılan testlerden birinde son derece nadir görülen nöropsikolojik bir rahatsızlığım olduğu ortaya çıktı; otobiyografik belleğimdeki anomali yüzünden geçmişime yönelik hiçbir deneyimi ve olayı unutamıyordum.

Bu, bir zamanlar beni ayrıcalıklı kılan genetik bozukluk şimdi tarifsiz acılar içinde yaşamama neden olan amansız bir hastalığa dönüştü.  Artık kimse o ‘ismi lazım değil’ hastalıkları düşünmüyor. Ölüm, korkulacak bir şey olmaktan çıkalı çok uzun zaman oldu. Unutulmuş bir film yıldızı gibi köşesine çekilmiş, eski ihtişamlı günlerinin hayali ile avunuyor. Biliyor ki artık ondan çok daha korkutucu bir şey var:

Hatırlamak.

***

Hatırlıyorum…

Dev bir volkan patladı, külleri tüm kıtayı zehirledi, sıcaklıklar düştü, dünya yaşanmaz bir yere dönüştü ve sevdiğimiz herkes bir hatıranın içine hapsolup gitti.

Hikayemiz böyle anlatılacak ama işin aslı, biz çok daha eski zamanlarda ölmüştük, sadece bunun farkında değildik. İçimizde yeşerttiğimiz gelecek hayallerimizin çürümüş kabuklarıydık biz. Gülüp eğleniyor, her şeye rağmen hayat dolu olduğumuzu birbirimize ispatlamaya çalışıyorduk; sanki birbirimize düşman olmamışız, savaşlarla dünyayı çoktan öldürmemişiz gibi. Sanki yaşıyormuşuz gibi...

***
Hatırlıyorum…

Babam, futbol antrenörüydü. Buna rağmen futbolu hiçbir zaman bir iş olarak görmedi. Futbol, onun dünyaya geliş amacıydı.

Bazen tribündeyken maçı izlemeyi bırakıp babamı seyrederdim. Bu dünyada hiçbir şeyin babamı saha kenarında olmak kadar mutlu edemeyeceğini öğrendiğimde on beş yaşındaydım. O akşam eve gittim, odamda sabaha kadar babamı, kendimi ve dünyadaki tüm mutsuz babalar ile gizli yetimleri düşündüm… Bir sürü masal uydurdum, hepsinin sonunu mutlu bağladım.

Bir başka gün-aslına bakarsanız tam olarak Temmuz’un 27’si- koşa koşa kulübe, babamın yanına gittim. “Ben aşık oldum” dedim. Güldü, “Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. “Şiir yazarım herhalde…” deyip omuzlarımı silktim. “Bir yerde duymuştum…” dedi, “kalbimizin en ücra köşelerinde bile, tüm basılı kitaplarda olandan daha fazla aşk varmış.” Babama bakıp manasızca gülümsedim… Anlamadığımdan korktu, “Uzun uzun anlatma, hissetmesini sağla...” deyip başımı okşadı. Sonra gülümsedi; oğlunu seven tüm babalar gibi o da tüm üzüntüsünü dudaklarının kenarındaki o merhametli çizgilerin arasına gizliyordu.

Birkaç ay içerisinde, kız beni terk edip yazmaya istidadı olmamasına rağmen yazmakta ısrar eden kötü bir şaire dönüşmemi sağlayacak; babam geçmiş zamanlara ait, ailece geçirilecek kadar güzel bir yaz gününde, kimseciklere fark ettirmeden, derin bir uykuya düşecek ve bir daha da kalkmayacaktı… Yine de zaman o yazı düşünecek olsam babamın merhamet dolu gülümsemesi ve bu dünyada birini sevmenin nasıl da yaşam dolu bir şey olduğundan başka hatırlamaya değer bir şey bulamıyorum. “Gerisi, hastalığın yüzünden hatırlamak zorunda olduğun birtakım önemsiz meseleler işte, boş ver onları…” diyorum, “…Sevdiğin insanların sana nasıl hissettirdiğini hatırla, yeter.”

***
Hatırlıyorum…

O kadar uzunca bir süredir birini sevmenin büyük bir budalalık olduğuna kendimi inandırmıştım ki ona aşık olduğumu kabullenmem haftalarımı almıştı. Oysa tüm hikaye o ilk “merhaba”da nihayete erivermişti. Buna rağmen sonrasında gelecek tüm mutluluklar ve mutsuzluklara dair çocuksu bir heyecan besliyordum. Hatta hayatımda ilk defa dünya, gözüme uğruna yaşanılacak bir yer gibi görünüyordu.

Gainsburg dinler, Truffaut sever ve bir gün Paris’ten başlayıp tüm dünyayı dolaşmayı hayal ederdi. Rengarenk elbiseler giyerdi, üzerinde güneşe selam duran çiçekler... Hep Güney Fransa’da, lavanta bahçelerinde koşturan küçük bir kız olarak kalacak, hiç yaşlanmayacak, hiç ağlamayacak gibi bir hali vardı. Yaptığı her şeyi o an aklına gelivermiş gibi yapardı; sorgusuz sualsiz, kalbinden nasıl geçiyorsa öyle. Hayat, bile onun yanındayken tüm acılarını unutur, kendini hayat dolu hissederdi. Hatta inanır mısınız, kötü bir şaka olduğunu bile unuttuğu olurdu. O güldüğünde dünyanın dengesi değişirdi, gülmek için sonunda gerçek bir sebebiniz olduğunu hissederdiniz.

Sonra ne mi oldu? Neden bilmiyorum, belki de her şey bir süreliğine-bir ömürlüğüne- kötü gitmek zorundaydı. O yüzden çekti gitti buralardan. Belki de dünyanın ölmek üzere olduğunu fark etmiştir, bazı insanların önsezileri daha güçlü oluyor. Ne yaparsak yapalım sonunda mutlu olmak için bir yol bulamayacağımızı biliyordu belki de.

Belki de… Ne bileyim…

***

Bugün Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki 2000.günüm. Her şey yok olduktan sonra ilk kez bir şeyler yazıyorum. Dünyada hayat var mı, varsa da üzerine konuşulmaya değer mi, bilmiyorum…  Bildiğim tek şey,  ona dair her şeyi çok özlediğim.

Tüm hayatım boyunca bu dünyadan kurtulmanın bir yolunu aradım, astronot olup yüzlerce kilometre uzağa gittim. Bildiğimiz dünyanın sonu geldiğinde içimi büyük bir huzur kapladı, sanki hayatım boyunca bir türlü çaresini bulamadığım o kalp kırıklığından kurtulmuş gibi hissettim.

Sonra… Sonra hatıralar geldiler… Geçmişi kendime yastık yaptığım karanlık gecelerde, gözlerim açıkken gördüğüm alacalı düşlerde, aldığım her nefeste giderek şimdiki zamanın bir parçası oluverdiler.

2000 günün sonunda ancak anlayabiliyorum ki dünyaya duyduğum tüm nefret, karşılıksız bir aşktan ibaretmiş. Benim için daha iyisini yapabileceğine ama bunu yapmak istemediğine, her şeyin daha güzel olması elinde olmasına rağmen beni bundan mahrum bıraktığına inanmışım. Ondanmış bu nefretim.

Şimdi istasyondaki odamın camından sevdiğimin mezarlığına bakıyorum, öyle ölü, öyle güzel ki… Heba ettiğimiz günlere yanıyorum… Babamla, annemle ve sevdiğim diğer tüm insanlarla… Dünyada hala hayat olduğu zamanlara...

Nasıl yapılır bilmiyorum ama alışmaya çalışıyorum yokluğuna. Kendi kendime tekrarlıyorum:

Dünya yok artık… Dünya yok artık… Dünya…  

Keşke yanımda olsaydın.








24 Ocak 2015 Cumartesi

Bu Kabuslar Neden?




1

Gözlerini açtı. Tepesinde uçuşan sığırcık sürüleri gökyüzünde siyah lekeler bırakıp uzaklaşıyorlardı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı,  her yer veda sözcükleri ile doluydu… Kıyıya vuran dalgaların sesini takip edip insan boyunu aşan ağaçların refakatinde sahile doğru yürüdü. Bir sonsuzluk illüzyonundan ibaret okyanusa, tıpkı tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu hissettirecek o anın peşindeki biri gibi, yalvaran gözlerle baktı; ama hiçbir şey göremedi. Ufukta beliren dev dalganın gölgesi güneşi yutmuş, her yeri karanlığa gömmüştü… Çocukken karanlıkta tek başına kaldığında ne yapıyorsa yine onu yaptı; gözlerini kapayıp sevdiği birini düşündü… Kollarını ve bacaklarını iki yana açtı. Nefesini dudaklarında hissedebiliyordu şimdi. Kolları kollarına, bacakları bacaklarına dokundu. İlk defa, tüm hayatını bir ıstıraba çeviren o kalp kırıklığına karşı gerçek bir zafer kazanıyordu. Zafer sarhoşluğuyla daha da sıkı sarıldı ona, ikisi tek bir bedende birleşene kadar da bırakmadı… Eğer her hikayenin mutlaka bir sonu olmalıysa işte bu, o olmalıydı.



2

Kötü bir düşten uyandık; daha kötüsünü görmek için…

Miray, gözlerini açtığında odasının duvarlarını çepeçevre saran yağlı boya tablolar hala sallanmaya devam ediyordu. Yatağında doğrulup derin bir nefes aldı. Camdan dışarıya, ketumluğuyla ün salmış kasabanın sessizliğini bir bıçak gibi yarıp geçen yük trenine baktı. Terden ıslanmış saçları yüzüne düşüyordu, eliyle saçlarını arkaya attı. Yatağının ucundaki tabloya, kumsalda kendisine doğru gelmekte olan dev dalgayı bekleyen adama baktı. Gözü saate takıldı; saat “her şey için 2 saat erken”di. Kalktı, olur da babası çıkagelir diye yatağının altında sakladığı boya takımını çıkardı, tuvalin karşısına geçti; ama bir şey yapmadı. Sanki diğer tüm o şeylerden önce var olmuş bir boşluğa bakar gibi baktı ona. Bakışları resmi delip mahallenin sokaklarını turlamaya başladı. Her yer o kadar ölüydü ki, insanın yarın güneşin tekrar doğacağına inanası gelmiyordu. İnadına açan mezarlık çiçekleri de olmasa, sabahları perdelerini açıp kasabayı seyredenler, buralarda hayat olduğuna dair hiçbir emareye rastlayamayacaklardı.

Sanki herkesin bir an önce ölmesi isteniyormuş gibi göz açıp kapayıncaya kadar izinleri alınıp iskana açılan mezarlık, şimdi rengarenk çiçeklerle dolmuştu. Ölülerle dolu bir mezarlık, bir türlü üzerindeki o ölü toprağını atamayan bu kasabaya hayat vermişti. Normalde kimsenin uğramadığı Hiçli kasabası, mezarlık açıldıktan sonra, sevdiklerini kaybeden insanları ağırlayan bir efkarlanma tesisine dönüşmüştü. Belediye, sokakların temizliğini taziyeleri kabul eden mefta yakınlarına devretmişti; artık buralar kederli insanların gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Oysa bu acıyla kutsanmış toprakların çocukları, bir zamanlar kimseye belli etmeden, kendi hallerinde ölüp gider ve yalnızca burada doğan insanların gömüldüğü eski kasaba mezarlığına gömülürlerdi. Eskiden bu kadar geleni gideni olmazdı bu kasabanın; hele gideni, hiç olmazdı…

Eskiden her şey daha tahmin edilebilirdi… Birisi öldüğünde ikindi namazını müteakip cenazesi kaldırılır ve kasaba sakinlerinin katılımıyla merhum, eski mezarlığa defnedilirdi. Gökyüzünde yaşayan devlerin bile girebileceği kadar derin ve geniş mezarlar açılırdı.  İnsanlar, yakınlarını kendi elleriyle gömmenin acısını yaşamasınlar diye mefta ile yakınları arasına tahtalar dizilirdi. Tahtalar çöküp de mezar oturduktan sonra sıra, malumun ilanı mezar taşlarını dikmeye gelirdi… O zamanlar insanlar, sevdiklerine kavuşmak için en az beş yıl beklemek zorundaydılar. Belediye ancak o zaman aynı mezarda buluşmalarına izin veriyordu. Sonra bu süreyi önemsememeye başladılar; sevenleri ayırmamak istemelerinden değil ama, artık mezarlıkta yer kalmadığından.  Hiç yer kalmadığında yeni bir mezarlık yaptılar. Her ne kadar kasabalılar çürümüş etler gibi çöpe atılmasın diye sunulan bir hizmet gibi görünse de aslında yeni mezarlık, çok parası olmayan yabancılar için yapılmıştı. Güneye tatile gidemeyenlerin mecburi durakları, şehre yakın tatil beldelerine benziyordu. Şehirdeki mezarlıklar pahalıydı, bu devirde ebedi istirahatgahını seçerken bile insanın ayağını yorganına göre uzatması gerekiyordu. Yalnız bu ölüler için bir cazibe merkezi olma durumu çok da uzun sürmeyecekti. Ölüm turizminin gözbebeklerinden biri haline gelmiş Yeni Hiçli Mezarlığı’nda mezar fiyatları günden güne artmaktaydı.

Kasaba olarak tek turizm gelirimiz olan efkarlı şehirlilerin burada ne ölmeye ne de yaşamaya değer bir şey olduğunu görecekleri günler yakın…

Zaten ölüler için Hiçli’den daha rahat bir yer düşünülemezdi! Yaşam, buraların yabancısıdır, her zaman kendini deplasmanda hisseder. Bu kasaba sınırları dahilinde hiçbir zaman, yaşam ölüme karşı belirgin bir üstünlük kuramamıştır. Bunu anlamak için etrafınıza bakmanız yeterli, her yer yaşamaya istidadı olmayan insanlarla dolu. İlk başta her şey çok normalmiş gibi gözükebilir, aldanmayın. Birinin yüzünde güzel bir gülümseme görürsünüz; hayatında daha önce hiç acı çekmediğine yemin edebileceğiniz birine ait bir gülümseme. Sonra o gülümseme o kadar çabuk kaybolur ki, hemen anlarsınız buradaki her gülümsemede mutluluğa baskın gelen ağır bir ıstırap saklı olduğunu. Sanki her şey çok uzunca bir süre çok kötü gitmiş de bir zaman sonra iyi şeyler düşünmek, geçmişin hatırasına büyük bir saygısızlık olarak kabul edilmeye başlanmış. Burada yeni günlere dair iyi şeyler düşünmeye kimsenin yüzü olmadığı gibi yine kimsede eski hikayeleri hatırlayacak cesaret de yoktur.

* * *

Herkesin bildiği ama anlatmaktan korktuğu çok eski bir Hiçli hikayesi vardır; daha kolay unutulsun diye her seferinde daha eski bir tarihten başlatılan. On yıl önce, “eskiden…” diye anlatılırdı; şimdi, “Çok ama çok eskiden…” diye anlatılıyor. Doğrusu “Hatırlamak istemediğimiz kadar eski zamanlarda…” olacak.

Hatırlamak istemediğimiz kadar eski zamanlarda, kimilerine göre henüz kasabadaki demiryolu inşa edilmeden, Hiçli’de yaşamış soyu sopu belirsiz bir aileden bahsedilir; Karaderi Ailesi. Bir terzinin yanında çalışan aklıevvel Bilal ile güzeller güzeli Neriman’ın hikayesi...

Neriman’ın annesi, daha Neriman ölümün anlamını öğrenmeden canına kıyıp Neriman’ı anlamsız bir yalnızlıkla baş başa bırakmış. Sadece Neriman değil, ölümün anlamını bilen yetişkinler de bir anlam verememişler bu zamansız ayrılığa. Neriman o elim günden sonra her geçen gün biraz daha deliren babasıyla birlikte yaşamaya başlamış. Söylenene göre babası, bazı günler Neriman’ı okula göndermeyip ona ‘ev işleri’ yaptırırmış…

Bazıları hikayenin bu kısmını biraz daha farklı anlatır…

Neriman’ın okula gitmediği bir gün, komşular babasının marangozhanesinden gelen bazı tuhaf sesler duymuşlar. Kulübedeki küçük yarıktan içeriye bakmışlar ve içerdeki o manzarayı gördükten sonra… Sonra hiçbir şey olmamış gibi evlerine dönüp radyo dinlemişler.

Babası Neriman’ın ağzını bağlayıp her seferinde daha fazla bağırsın diye… Her seferinde daha acımasızca, her seferinde insanlığını daha çok kaybederek ve her seferinde Neriman’ı onu terk eden karısının yerine koyarak…

Öyle işte…

Neriman, lise çağına geldiğinde kendisine musallat olan babasına daha fazla dayanamayıp Bilal Karaderi isimli aklıevvel terzi yamağıyla birlikte buralardan kaçıvermiş. Birlikte kasabanın hemen sınırındaki mağaraya yerleşip orada saklanmaya başlamışlar. İşte o gün, her şeyin çığırından çıkmaya başladığı gün olmuş. Karaderi çifti, nedendir bilinmez, kasabaya yolu düşen herkesi tek tek avlamaya karar vermiş. Yakaladıkları insanları öldürüp cesetlerini küçük parçalar haline getirdikten sonra pişirip yemişler. Bir zaman sonra, onları yakalayıp bağlamaya -tıpkı babasının Neriman’ı bağladığı gibi- ve canlı canlı yemeye başlamışlar. 40 yıl boyunca, yolu bu ıssız kasabaya düşen insanları hayvanlar gibi parçalayıp yemiş, yiyemedikleri etleri de tuzlayıp saklamışlar. Mağarayı adeta bir mezbahaya çevirmişler. Karaderi ailesi bu 40 yıllık süre içinde birçok çocuk sahibi olmuş ve sonunda 30 kişiden oluşan büyük bir yamyam ailesine dönüşmüş.

Bazen onlarla ilgili öyle canice şeyler anlatılır ve bu öyle içten bir şekilde dile getirilir ki bu anlatılanların gerçek mi yoksa kasabadakilerin bastırılmış fantezilerinin bir ürünü mü olduğunu anlayamazsınız. Kasabaya gelen hevesli genç muhabirlerden birinin yaptığı bir belgeselde, ailenin bir kadını yakalayıp günlerce tecavüz ettiğine ve her seferinde kadının bir uzvunu keserek bunu kadın ölünceye dek devam ettirdiğine dair bir hikayeden bahsedilir. Bu olayın gerçek olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz, tek bildiğimiz bize böyle anlatılmış olduğu… Bazen gerçekliği, anlatıcıya olan güvenimiz belirler.

* * *

Miray, son fırça darbesinin ardından eserini baştan aşağı süzdü. Tıpkı Bruegel tablolarındaki gibi en göz alıcı figürler, bir cümbüşün içerisinde kaybolup alelade figürlere dönüşmüşlerdi. Karaderi ailesinin hükümet tarafından gönderilen bir bölük asker tarafından yok edilmesinden yıllar sonra, Miray önce o günlerin lanetini taşıyan kasabaya, sonra da karşısında duran kasaba resmine bakıp dudaklarının kenarına düğün evi süsü verilmiş bir cinayet mahalli konduruverdi.

Saatin sinir bozucu alarmı her zamanki münasebetsizliğiyle çalıp Miray’ı resmin içinden çekip çıkarıverdi. Kurduğu tüm hayalleri sonradan çocuklarıyla paylaşacağı değerli oyuncaklar gibi bir köşeye kaldırdı Miray.  Saate baktı. Saat şimdi “bazı şeyler için hiç de erken değil”di. Üstünü giyip kahvaltıya inmesi gerekiyordu. Tabloya baktı, her şey o kadar gerçekti ki…




3

Miray, seksenlerden kalma sahte bir güven ortamı üzerine kurulmuş yemek masasından kalktı, hiçbir satırına inanmadığı lüzumsuz kitaplarla dolu çantasını sırtlayıp evlerinin kapısından tam yüz beş Miray adımı kadar uzakta bulunan yeşil boyalı, bahçeli eve doğru yürümeye başladı. Bahçeli evin kapısındaki demiri yukarı kaldırıp bahçe kapısını açtı. Her zaman olduğu gibi yine açık olan salon penceresinin önünde durup içeriye seslendi.

“Ozan, hadi geç kalıyoruz!”

Pencerenin önünde oturan iyi giyimli, orta yaşlı, uzun kıvırcık saçlı bir adam kafasını dışarı çıkarıp Miray’a gördüğünüz anda gerçek olduğuna yemin edebileceğiniz bir gülümsemeyle yanıt verdi. Miray, adama aynı şekilde eşlik ettikten sonra lafa girdi.

“Cevher Abi, Ozan’ı çağırabilir misin?”

Cevher, elindeki plağı gösterip biraz önceki gülümsemeyi henüz zaman aşımına uğramamışken tekrar kullanıverdi. Ardından oturduğu yerden kalktı, elindeki plağı pikaba yerleştirdi. Haydn’ın 94 No’lu Sürpriz Senfonisi çalmaya başladı. Tam yemekten sonra uyuklayan dinleyiciler için yazılmış davullu üçüncü kısım başlamıştı ki Ozan odasındaki yatakta bildiği her şeye küfrederek doğruldu. Her sabah olduğu gibi yine karşı duvarda kendisini gözleyen kuzgunla göz göze geldi. Şeytani bir gücün tesiri altına girmiş zavallı biri gibi sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Güzergahında bulunan gömleklerden birini üstüne geçirip salona yöneldi. Pantolonunu henüz giymişti ki koltuğunda oturmuş, çalan senfoniye elleri ile tıpkı bir orkestra şefi gibi eşlik eden abisini gördü. Başını sallayıp o sırada kendisini müziğe kaptırdığı için kardeşinin salona girişini göremeyen Cevher’i selamladı, açık olan pencereye doğru yürüdü, aşağıda kendisini bekleyen Miray’a yüzünde hiçbir sevgi sözcüğünün barınmasına mahal vermeyecek bir bakış attı, pencereyi kapattı. Belki birkaç tablo ve Miray’ın kalbi o anda yere düşüp tuzla buz oluverdiler.

* * *

İki dakika sonra, Cevher’i Viyanalı bir müzisyenle baş başa bırakıp okula doğru yürümeye başlamışlardı bile. Ozan, her zamanki gibi çevresi ile hiç ilgilenmeden kavaklı yolda öylece yürümeye devam ediyordu. Miray ise Ozan’dan başka bir şeyle ilgilenmenin zaman kaybı olacağına inandığından yine okul yolu boyunca gözlerini Ozan’dan ayırmadı.

Ozan’a baktığında kendini tüm bu olanların bir anlamı olduğuna ikna edebiliyordu. Gerçekten de, şu an belki size anlamsız gibi gelebilir ama hayatta bundan daha önemli bir şeyin olmadığı zamanlar olur. Hele ki kimsenin umurunda olmayan bir yerde, amaçsızca geçirilen yaz tatilleri gibi bir hayat yaşıyorsanız bir şeylere tutunmak istemeniz son derece normaldir. Buradaki insanlar bir uçurumun kıyısında oturmuş bacaklarını sallandırarak yaşıyorlar. Düşmemek için bir şeylere tutunmaya ihtiyaçları var… Gelecekle ilgili hiçbir umutları olmasa da, her şeyin büyük patlamadan itibaren sürekli kötüye gittiğini düşünseler de, her yerin karanlıklarla kaplı olduğu bir dünyada yıldızlardan teselli bulunamayacağına inansalar da… Herkes, bu büyük çaresizliği kelimelerle ifade etmese bile hayatının bir döneminde kalbinin en derinlerinde hissetmiştir...

Miray, okulun kapısına vardıklarında, Ozan’a son bir kez daha hayranlıkla baktı. Hiçli’de geçirilen tek bir güzel an bile ölümü sizden alacaklı kılmaya yeterlidir. Miray bunun farkındaydı ama işte, bilmek bazen hiçbir işe yaramıyordu. İnsan, “Bu yaşadıklarımın bir anlamı olsun istiyorum” dediğinde çıkıp da “Var zaten” diyen birisi olsun istiyor. Böyle bir arzunun önüne ölüm bile geçemez.


4

Kayıpların başlamasından bu yana tam 4 ay geçmişti. İnsanlar, kaybolanların akıbeti hakkında konuşmaktan çekiniyorlardı. Okulda, yakınları kaybolanlar da buna dahil olmak üzere, hiç kimse bu meçhule gitmiş insanların adını anmıyordu. Sanki isimleri söylendiğinde geçmiş zamanlara ait bir hikayenin sararmış sayfasına dönülecekti. O sayfa, o kadar korkunçtu ki kimse oraya geri dönmek istemiyordu… Bazen çok korkunç bir an yaşarsınız, geçtikten sonra dahi bundan sonra her şeyin çok daha kötü olacağı hissi sizi terk etmez. Hiçli’de bir gün, böyle anlardan meydana gelen bir 24 saattir.

* * *

Karaderi hikayesinde küçük bir havuzdan bahsedilir… Karaderi ailesi mağaradaki kraterlerden birini işkence havuzuna çevirmiş.  O kraterin içinde işkence edilen kurbanların bu işkenceden kurtulsalar bile kendi kanlarında boğulacakları söylenir…
Süvariler, daha büyük bir gazapla birlikte geleceklerse kim onların son anda gelip tüm hikayeyi toparlamalarını ister ki?
* * *

Kimse kaybolan insanlar hakkında konuşmak istemiyordu. Onları düşündükçe nefesleri kesilecekmiş gibi oluyor, yavaş yavaş boğuluyorlardı… Geçen ders birisi teneffüste, etrafı kolaçan edip söyleyeceklerini başka kimsenin duyamayacağından emin olduktan sonra, kaybolan insanlardan bahsetmişti. Birinin bağırsaklarının çıkarılıp anne ve babasının kaldığı eve kadar bir şerit halinde yere serildiğini duyduğunu anlatmıştı. Yine de bu, insanları huzursuz etmek için yeterli değildi. Ozan’ın tahtayı çıkıp edebiyat dersi için seçtiği konuyu anlattığı güne kadar, bu kasaba cinayetini son ana kadar inkar eden katil rolünü başarıyla oynayacaktı. Ozan, tahtayı çıktıktan sonraysa her şey gündüz ile gece kadar farklı olmaya başlayacaktı.

Ozan tahtaya çıktığında tayini buraya çıktığı günden bu yana her gece daha çok içen öğretmen, dersin bir an evvel bitmesini bekleyen bezgin bakışlarla sınıfı süzüverdi. Sınıfın erkekleri kendilerine birbirinden anlamsız zaman geçirme eylemleri bulmuş, onlarla ilgilenmekteydiler. Kızlar ise hiçbir zaman kendilerine yüz vermeyen ve bu yüzden günden güne daha çok arzuladıkları Ozan’ın ağzından çıkacak kelimelerin yolunu gözlüyorlardı.  Ozan, kelimelerin esaretine son verdi.

“Tom Sawyer… Ondan bahsedecektim… Uzun Amerikan nehirleri… Küçük yaramaz çocuklar… Daha birkaç şey daha vardı... Hepsini anlatacaktım… Sonra vazgeçtim, neden küçük oğlan çocuklarının hikayelerini bu kadar sevdiğinizi düşündüm. Cevap o kadar basitti ki! Onları evcilleştirmek hoşunuza gidiyor!”

Ozan bir süre duraksadı, öğretmene doğru döndü. Gülümsedikten sonra tekrar sınıf arkadaşlarının gözlerinin içine baktı.

“Neden tüm çocuklar ailelerinin yanında olmak zorunda ki? Dışarıdaki kavak ağaçları… Ne kadar da büyükler! Eğer içleri çürümüşse ağaçlar için yapabileceğiniz en faydalı şey onları kesmek! Buradaki bütün yetişkinlerin içi çürümüş, bizleri de zehirlemelerine göz yumarsak nasıl insanlara dönüşebileceğimizi görmüyor musunuz? Kalbiniz büyüdüğünüzde ölür, nefes almaktan vazgeçtiğinizde değil! Tom Sawyer olarak ölürseniz, o aptal kitapların sonu büyüklerin yazdığı gibi bitmeyecek. Tom Sawyer’lar ölüyor… Küçük Prens’ler ölüyor… Onları karınlarını deşiyorlar, yüzlerinden maskeler yapıyorlar, ölülerini mikrodalgada pişiriyorlar… Görmüyor musunuz? Nasıl görmezsiniz? Her şey bu kadar açıkken… Böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih etmeleri büyük bir yüce gönüllülük olurdu! İnanın bana, bizlere bundan daha büyük bir hediye veremezler! Fırsatınız varken gidin buradan. Gitmezseniz öleceksiniz, kalpleriniz ölecek!”

Ozan, donuk bir karenin içindeki tek hareketli karakter olarak sınıf arkadaşlarının arasından geçip yerine oturdu. Sonra zaman, kaybettiklerini telafi etmek ister gibi çok hızlı geçti. Son ders zili çaldığında, daha Ozan’ın son cümlesinin mürekkebi kurumamıştı.

* * *

Miray akşam eve gittiğinde, Ozan’ın söylediklerini düşündü. Miray, hiçbir zaman buralardan gitmeyi düşünmemişti. İnsanlar kaybolsa da, haklarında korkunç hikayeler anlatılsa da bu fikri aklına bile getirmemişti. Ona da hak vermek lazım, bazen bir düşünceyi taşımak sanıldığından çok daha zordur. Zihninizin bir köşesinde belirdiği andan itibaren gittikçe ağırlaşmaya başlar. Sonunda sizi tamamen ele geçirir. Kafanızın içindeki bir düşünceden asla kaçamazsınız. Miray tam da bu yüzden bunu aklının bir köşesinden bile geçirmiyordu. Ozan, buradaydı ve o burada olduğu sürece gitmesi için hiçbir sebep yoktu. Amerikan romanlarındaki sonsuzluk hissi veren nehirler, yer değiştirmeyi kutsayan ihtişamlı göç yolculukları, hepsi birden anlamlarını yitirmişti.
Miray, kalmaya karar vermişti. Sonsuza kadar burada kalacaktı…



5

Üç kısa bir uzun… Ta ta ta tammm! Cevher, Beethoven’ın 5. Senfonisi’ni açtı.  Kader, kapıları yumruklamaya başlamıştı; üç kısa bir uzun… Üç kısa bir uzun…  Miray,  öylece dışarıya seyreden Ozan’a baktı. Ders çalışmaya niyeti yokmuş gibi gözüküyordu. Defterini kapayıp Cevher’e döndü.

“Ozan’ın nesi var?”

Cevher gülümsedi.

“Buralardan gidecekmiş… Kader, bir kere kapıya dayandı mı bunun geri dönüşü olmaz.”
Miray’ın yüzünde güllerden bir çelenk vardı şimdi.

“Nasıl gidecek?”

“’Bu dönem bitince buradan taşınmamız lazım’ dedi. Bilmiyorum… Birkaç küçük işi varmış, onları da tamamlayınca gidecekmiş”

“İyi de sen gidemezsin ki?”

Yıllardan beri evden dışarıya adımını bile atmamış Cevher, o anda dışarıda yaşayabileceği tüm o farklı hayatları düşündü. Düşündüğü anda koşarak evine döndü, bir saniyeden daha kısa bir zaman içerisinde koltuğundaki yerini aldı. Miray’a baktı ve hüzünle gülümsedi.

“Beethoven çok büyük bir besteciydi… 9. Senfoni’yi tamamladığında tamamen sağırdı. İnsanlar ancak bir yıkımın eşiğindeyken en büyük numaralarını yapacak gücü kendilerinde bulabilirler. Başkalarının hiç ummadığı bir şey yaparlar, herkesi şaşırtan bir şey…”

Miray, Ozan’ı kaybetme fikrini düşündü… Ozan, pencereden dışarıya bakmaktan vazgeçmişti. İçeriyi göz ucuyla süzüverdi, Miray’a doğru döndü ve “Yarın akşam çalışalım mı?” dedi. Miray duyduklarından emin olmak için “Anlamadım” dedi, Ozan tekrarladı, “Yarın… Ders çalışalım mı?” 

Ozan, ilk kez ders çalışmak için Miray’ı eve davet etmişti. Bundan öncekilerin hepsinde ders çalışma fikri Miray’dan çıkmıştı. Miray, Ozan’ın yokluğu ile ilgili kurduğu kabusların üzerine toprak attı; hepsini gün yüzü görmemiş düşler mezarlığına, zihninin köhne bir köşesine kaldırdıktan sonra sordu:

“Kaçta geleyim?”



6

Saat, tam dokuz… Miray elinde ders kitapları, salonun penceresinin altında zaman öldürüyordu. Saatinin alarmı tam dokuzda çalmaya başladı. İlk kez güzel bir anı bozmak yerine güzel bir şeyi müjdelemek için çalıyordu.

Miray, ilk defa pencereyi kapalı görüyordu ama aklı Ozan’da olduğu için bunu hiç garipsemedi. Birkaç küçük Miray adımından sonra şimdi evin kapısına varmıştı. Kapının açık olduğunu gördü. Eliyle ittirdi. Kapı yavaşça aralandı…

İçeriye girdiğinde salonda kimseyi bulamadı. Oysa Cevher, her zaman salondaki pikabın yanındaki koltukta otururdu. Önce “Cevher Abi!” diye bağırdı, sonra da Ozan’ın adını haykırdı. Ses yoktu… Karanlıkta yolunu bulabilmek için telefonunun ışığını yaktı. Tam o sırada başka bir yerde bir yabancı ışık beliriverdi. Işığın peşinden Ozan’ın odasına doğru yürüdü. Odaya girdiğinde yerdeki kilimin kaldırılmış olduğunu fark etti. Kilimin olması gereken yerde şimdi bodruma açılan bir merdiven vardı.

Merdivenden aşağıya indi. Aşağısı eski eşyalarla doluydu. Duvar kağıdı gibi dört bir yanı sarıveren plaklar yüzünden bir çeşit müzik mezarlığında olduğunu düşündü. Tam o sırada gözünü alan bir parıltıyla irkildi. Parıltının peşinden ürkek adımlarla yürümeye başladı. Paslanmış bir kapının açılırken kopardığı feryat, bodrumdaki sessizliği yarıverdi. Hayal meyal bir yüz gördü, bir silüet; ama kim olduğunu seçemedi. Arkasından seslense de nafile, çoktan karanlıkta kendini kaybettirivermişti.
Korka korka kapıdan içeriye girdi. Demiryolu yapımına engel olmasın diye zamanında kapatıldığı söylenen eski tünellerden biriydi bu. Tünelin sonuna geldiğinde, tünelin bir mağaraya açıldığını fark etti. Durdu, saçlarını ürpertici bir sükunetle okşayan sesi fark etti.  Artık kaçmak için çok geçti… Arkasını döndüğünde kafasında cellat maskesi ile karanlıkta dikilen birinin şok edici varlığı ile yüzleşecekti. Gözlerini kapadı… Açtığında her yer aydınlanmıştı.

  

7

Cevher, her elini yukarı kaldırdığında kraterin içerisindeki taşlara zincirlenmiş insanlar acıyla inliyorlardı. Cevher, hayatının senfonisini yazmış bir bestekar gibi büyük bir gururla gülümsedi. Miray’a döndü… Miray gülümseyerek koronun en yeni üyesine, hayatının aşkına, hiçbir yere gitmeyecek, her zaman onun olacak olan Ozan’a baktı… Ozan, abisinin ricasını kıramayıp Miray’ı eve derse çalışmaya davet etmişti. Oysa kendisini böyle bir hikayenin içinde bulacağını bilseydi bunu aklının ucundan bile geçirmezdi.

Miray eğildi, aşağıya havuzun içindeki zavallı kasaba sakinlerine baktı. Onlar Cevher’in hayaliydi. Miray ise yalnızca Ozan’ı hayal etmişti; kocaman bir resmin içindeki diğer tüm o parçalardan daha değerli olan o tek parçayı. Aşağıda ölmek için yalvaran insanların sesi mağarada yankılanırken Miray tekrar gözlerini kapadı.

Düşün içindeki Ozan arkasını dönüp gitmeye karar verdi; ama sonra vazgeçti. Hiç beklemediği bir anda, sarıldı Miray’a. Artık ölmek istemediğini fark etti Miray, yaşama arzusu zincirlerinden kurtulmuş kızgın köpekler gibiydi şimdi. “Ah…” dedi, “ölmek ne kadar da aptal bir düşünce!”

Burası Hiçli… Burada yaşamanın ön koşulu ölmektir; yaşarken ölmek… İnsanlar tutunacak bir şey ararlar ve bu genelde sizin hayatlarınız olur. Birileri sırf yükseklik korkusu var diye, sanki hiç aşağıya düşmeyecekmiş gibi, tutunabildiği kadar çok dala tutunmaya çalışıyor. Bütün ağaçları yok ediyorlar… Bu, hep böyle oldu… Ben hepsini gördüm. Buradaydım… Ve her şey aşağı yukarı böyle olmuştu…

İnanmıyor musunuz? Tüm bu anlatılanlara, o eski hikayelere… Sahi, bunlar gerçek miydi? Her şey tam da böyle mi olmuştu? Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu ben de bilmiyorum… Hem zaten kim gerçeği avuçları arasında tutabilir ki?