30 Kasım 2016 Çarşamba

Dublör



Ne olurdu düşebilseydik
Baharda kiraz çiçekleri gibi
Öyle saf ve ışıklar içinde


Bir kamikaze pilotu, kara yazgısına teslim olmadan bir gece evvel yazdı bu şiiri. Sonra gözlerini kapadı; bir an için, tüm hayatı boyunca hep bir şeylerin eksik olduğunu hissetmesine neden olan o meşum hastalıktan kurtulmuş gibi hissetti. Bir tüy gibi hafifledi. Derin bir oh çekti, ruhuna musallat olan tüm fenalıkları def etti. Yatağın kenarında, ölümün gözünden kaçmış bir köşe bulup oraya kıvrılıverdi. Uyudu, sanki uyandığında ölmeyecekmiş gibi…

Bir gün sonra, Pearl Harbor’da huzur içinde öldü pilot; ama hayalini fısıldadığı o şiir, rüzgarda sürüklendi, dağları, tepeleri, engin okyanusları aştı ve elli yıl sonra bir bahar günü, Ege’deki bir sahil kasabasında, dünyada kimsenin umurunda olmayan bir çocuğun kitabının sayfalarının arasına düşüverdi. Çocuk şiiri okudu, yattığı divandan kalktı, mutfakta bir yandan soğan doğrayıp bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlayan annesini ve kendini süvarilerin kazandığı hikayelerin kenar süsü olmaktan öteye geçemeyen Kızılderililerin yerine koyan babasını atlatıp bahçeye doğru süzüldü. Çardağa oturdu, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Eğer yeterince yükseğe çıkabilirse annesinden, babasından ve dahi yaşamak konusunda beceriksiz diğer tüm insanlardan azade, mutlu bir hayat yaşayabileceğini düşündü.

Başına gelecek felaketlerden habersiz göğe bakıp güzel bir gelecek düşleyen çocuk, birçok konuda yanılıyor olabilirdi ama bir konuda haklıydı; en yukarıda olmak, işe yarıyordu. Ölmeyi kolaylaştırıyordu.

*   *  *

Birazdan şehrin en yüksek binasından atlayacağım ve bu, bir binadan ilk atlayışım değil. Bunu daha önce defalarca kez yaptım. Bir dublör olarak; son on yıldır hayatta kalmak için yüksek binalardan atlıyor, arabamı uçuruma doğru sürüyor, gözü dönmüş bir düzine adamın beni öldürmeye çalıştığı kanlı çatışmalara giriyorum. Tüm bunları, başkalarının hayatını kurtarmak için kendini feda eden kahramanlara özendiğimden ya da iyi para getirdiğinden yapmıyorum. İçten içe, anlamsız hayatımın son bulmasını arzuluyorum, hepsi bu.

Hiçbir zaman kendime ait bir hikayem olmadı. Bu yüzden başrolde olmanın ne demek olduğunu bilmiyorum. Annemle evlenmesine, yani hayatının mahvolmasına neden olduğum babama soracak olursanız kendisi, evladından çok sevdiği televizyonundan gözlerini ayırmadan size benim her şeyi nasıl mahvettiğimle ilgili uzun bir hikaye anlatacaktır.

Ona bu zevki tattırmayacağım.

Dedem, İpekçi ailesi ile birlikte sinemaya atılmış ama dikiş tutturamayıp sıfırı tüketince bu işlerden elini eteğini çekmiş. Yaşadığı travmayı atlattığında, başarısızlıklarının telafisi olarak gördüğü babamı Beyoğlu’nda sinema işleten Levanten bir dostunun yanına vermiş ama babam, her şeyi mahvetmek konusunda dedemi da aşıp koca salonu yakıvermiş. Bu fiyaskonun ardından bir baltaya sap olabilmek adına birtakım denemelerde bulunmuş fakat hiçbirinde muvaffak olamamış. Aşkından ölüp bittiği, Pera’nın burlesk kraliçesi Valeria ile evlenmeyi hayal ederken hayatında bir tiyatronun önünden dahi geçmemiş annemle evlenmesi ise bardağı taşıran son damla olmuş.

Hayata karşı kaybettiği onca raundun ardından babamın maçı çevirmek için tek şansı, sürpriz bir yumruk çıkarıp hayatı nakavt etmekti. İşte ben, tam o yumruğu çıkarmaya hazırlanırken gelen gong sesiyim. Tam da bu yüzden beni asla affetmeyecek…

*   *  *

Ölme arzum, bir anda peydah oluvermedi, biz onunla beraber büyüdük.

Babamın da değerli katkılarıyla, yaşamamın korkunç bir hata olduğunu, nefes alıp vermemin günün birinde büyük bir trajediye dönüşeceğini anladım ve her şeye bir son vermeye karar verdim. Tanrıya dünyayı daha iyi bir yere dönüştürme fırsatını sunduğum denemelerimden birinde tavana astığım ip koptu, bir anda kendimi alt katta, babamın televizyonunun üzerinde buldum. Bir sevdiğini daha benim yüzümden kaybeden babam, önce beni bir temiz dövdü, sonra da kapının önüne koydu. Annem okyanuslar dolusu gözyaşı döktü; ama yine de tek başıma büyümeme engel olamadı.

Evden ayrıldıktan sonra, kendi hayatından vazgeçmiş biri olarak, başkalarının hayatlarının bir parçası olarak yaşamaya başladım. Kimi zaman, babasız bir bebeği aile büyüklerine açıklamak için kullanılan sahte bir baba; kimi zaman, mahallenin çocuklarının kavgaya çağırdığı sahte bir ağabey oldum. Başkalarının yerine hayatımı ortaya koymayı alışkanlık haline getirince ne olduğunu anlayamadan dublör olup çıkıverdim.

Bir dublör olarak birazdan hayatımın en kolay sahnesini çekeceğim. Bir sevgiliyi kucaklar gibi kollarımı iki yana açacağım ve öne doğru bir adım atacağım. Bu sefer, hikayedeki kahramanın ben olduğundan kimsenin bir şüphesi olmayacak…

Kendimi var edebilmek adına yapabildiğim tek şeyin intihar etmek olması ne üzücü!

*   *  *

Derin bir nefes aldım; öldüğümde kimsenin dünyasının temel direğinin çökmeyeceğini bilmek beni rahatlatmıştı. Kollarımı iki yana açtım. Tam o adımı atacaktım ki bir ses duydum.

Hayat, ölürken bile başrolde olmama izin vermiyordu!

Sarı saçları beline kadar uzanan, beyazlar içerisinde güzel bir kız, intihar ediyordu. Rüzgardan yüzüne düşen kırmızı atkısı bir süper kahraman pelerini gibi dalgalanan kız gülümsedi, sanki bir sonun eşiğindeki iki tükenmiş insan değiliz de umut dolu bir başlangıcın peşindeymişiz gibi sordu.

“Nasılsın?”

Omuzlarımı silktim. Utangaç bir şekilde önüme baktım, aklıma gelen ilk şeyi söyledim.

 “Ölmek üzereyim.”

Birkaç saniye hiç konuşmadan gökyüzüne baktı.

“Son anda tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu sana hissettirecek bir işaret gelmesini mi bekliyorsun? Boşuna bekleme, öyle bir şey olmuyor.”

“Ben sadece kendi halimde ölmek istiyorum.”

“Sana bir sır vereyim mi?”

“Sırrın ölene kadar benimle gelecek, söz veriyorum!”

“Seninle biz, aynı savaşın kaybedenleriyiz…”

Hiçbir şey söyleyemedim.

“Bundan yıllar önceydi, sen ve ben iki küçük çocuktuk o zamanlar… Her şeyin ne kadar kötü gidebilirse o kadar kötü gittiği günler henüz kapımızı çalmamıştı. Mutsuzlukla mücadelede kullanılabilecek gayri nizami harp taktikleri umursanmıyor, sanki hiç ağlanmamış gibi gülünüyor, yalanlar ağza iyi oturuyor ve bu yüzden kimse bir şeylerden şüphelenmiyordu. Yakında büyük bir “iç” savaşa sürükleneceğimizden haberimiz yoktu. Bu yüzden savaş başlayıp da başka türlü bir hayatın mümkün olmadığı ortaya çıktığında dünyamız başımıza yıkıldı. Sonrasını biliyorsun zaten, bir daha toparlayamadık…”

Gözleri doldu…

“Birbirimiz için hiçbir şey yapmamış olmamıza inanamıyorum!”

Zoraki bir gülümseme kondurdu yüzüne. 

“Sıra sende… Şimdi sen bana bir sır vermelisin!”

Nasıl oldu bilmiyorum ama kelimeler öylece ağzımdan dökülüverdiler.

“Hep bir pilot olmak istedim… Bir de şiir yazmak… ”

Güldü. Bir an için göz göze geldik. Sonrası çorap söküğü gibi geliverdi.

“Akordeon çalmak istedim.”

“Clint Eastwood olmak istedim!”

“Birine korkusuzca sarılabilmek istedim!”

“Sabahları erken kalkmanın bir anlamı olsun istedim. “

“Birini sevmek, herkesi sevmeye yetsin istedim.”

“’Kaybettik Albayım’ diye avazım çıktığı kadar bağırmak istedim.”

“Anlattıkça azalsın istedim.”

“Hissettiklerimiz, kalbimizden dilimize ulaşana kadar anlamını yitirmesin istedim”

“Çocuklar, kötü okullara rağmen iyi kalabilsin istedim.”

“Çocuklar, babalarının hayal kırıklığını omuzlarında taşımasın istedim.”

“Bombaları havadayken yakalamak istedim.”

“Başkalarının acılarını taşıyabilecek kadar büyük bir yüreğim olsun istedim.”

“Tüm hayatım boyunca, sinemadan yeni çıkmış biri gibi hissetmek istedim.”

“Gezdiğimiz parklar bizi mutlu yarınlara çıkarsın istedim.”

“Hikayelerin anlatılmasına yardımcı olmak istedim.”

“Hangi hikaye gerçek hangisi değil, bilebilmek istedim.”

“’Tüm bunlar, hepsi boşuna mıydı?’ diye sorduğumda “Değildi” diyen biri olsun istedim.“

“’Değildi’ diyebilmek istedim.”

Kız gülümsedi. Atkısını çözdü, katlayıp bir kenara bıraktı. “Belki başka bir hikayede… “ dedi. Öne doğru bir adım attı.

*   *  *

Pilot, ortaya çıktığından bu yana sadece birkaç dakika geçmiş olmasına rağmen şimdiden gökyüzünde tüm dünyaya yetecek kadar şiir vardı. Çocuk kafasını kaldırdı, göğe baktı. Annesinin ve babasının sonsuza kadar mutlu yaşadığı, acıları ortak insanların birbirlerini kurtarmak için bir şeyler yapabildiği, kahramanı olacağı bir şiir aradı. Şans bu ya, aradığı şiir o sırada tam da önünden geçiyordu. Uzandı ama yetişemedi.

Öne doğru bir adım attı.