“Her şeyden önce, iyi bir hikayen olacak. İyi bir hikayen
yoksa hiç bu işlere kalkışmayacaksın…”
Şu anda Bolivya dolaylarında olmalıydım. Sorsan haritada
bile gösteremem ama inan bana, orada olmam gerekiyor! Yok, vazgeçtim sorma; sen
sorsan heyecanlanırım ben, elim ayağıma dolanır, yanlışlıkla Ümit Burnu’nu
gösterip “Yok yok, burası Hindistan herhalde” derim. Konumuzun Hindistan’la
hiç alakası olmamasına rağmen yaparım bunu, ben kendimi biliyorum.
Bunca yıllık faydasızım, hayatta elle tutulur tek bir
başarım yok; ama olsun, benim bir an evvel Bolivya’ya gitmem gerekiyor, La
Paz’a. Motorumu Amazon Ormanları’na doğru sürüp “Ölüm Yolu”ndan geçmeliyim; olur
da hayatta kalırım diye korkmadan.
Uzak yerlere gitmeliyim. Bir başka hikayenin başlangıcına yetişmeliyim. Yeni bir hikayeyle dönmeliyim buralara, hayatla başa çıkabilmek için artık elimde bir koz varmış gibi hissettirecek bir hikayeyle.
Uzak yerlere gitmeliyim. Bir başka hikayenin başlangıcına yetişmeliyim. Yeni bir hikayeyle dönmeliyim buralara, hayatla başa çıkabilmek için artık elimde bir koz varmış gibi hissettirecek bir hikayeyle.
Tüm bunların benim bir türlü İngilizce öğrenemem ve Özge’nin
ilk görüşte aşık olunacak o kızlardan biri olmasıyla bir alakasının olması ne kadar
da tuhaf!
* * *
Özge, gözlerini bana doğrultmuş, “Her şey çok güzel olacak”
diyen bir hikaye kişisi şefkatiyle “Can… Could…” falan diyor. Gözlerindeki
bağışlayıcılığa sığınıp “Yapamam Özge…
İngilizce ve ben; biz birbirimize biraz geç kaldık…” diyorum. Özge, sanki tüm bu olanlar daha önce de olmuş,
sanki tüm Neo’ların aşık olduğu Trinity’miş gibi bakıyor bana. İşte o an ben, herkesin
tek umudu oluveriyorum. “Zamanla her şey
düzelecek, birlikte Past Perfect Continuous’u bile atlatacağız!” diyorum. Özge,
son zamanlarda İngilizce’yi iyice boşladığımı, konu olarak planın epey
gerisinde kaldığımızı söylüyor.
Özge, insanlık tarihindeki en büyük ilerlemelerin, tarihin
en büyük maddi ve manevi yıkımlarının kalıntıları üzerinde can bulduğunu
bilmiyor herhalde!
Özge’ye çaktırmıyorum ama hiç hesapta olmayan İngilizce derslerinin
o yürek dağlayan ücretleri yüzünden içimde finans müdürüyken istifa edip
güneydeki bir emekli kasabasında komünal yaşama başlayan, permakültürcü bir
antikapitalist peydah oldu! Dünyanın tüm para birimlerine ayrı ayrı küstüm. Kirayı
ev sahibine öpücükle ödemeyi düşünür oldum; çaresizliğimin Everest’ine tüpsüz tırmandım. Tabii bütün bunların yaşadığım manevi yıkımın yanında lafı bile
olmaz! Ah, bir gülümsese, sonra hiç beklemediğim bir anda sarılsa
bana; size yemin ederim o an faniliğimi unutur, tanrılar dağında kırk gün kırk
gecelik bir şölen düzenlerim!
* * *
Özge, “Bırakalım mı?” diyor, derin bir kuyudan yukarı
tırmanıp hayaller aleminden çıkıveriyorum, “Ama daha ben seni ne kadar
sevdiğimi söyleyecektim!” diyecek gibi oluyorum; vazgeçiyorum. “Neden?”
diyorum, gözlerini kaçıyor, cevap vermiyor. O gözlerini kaçırdı diye civar
muhitlerdeki evlerin ışıkları sönüyor. Çocuklar, mutlu sonlara olan inançlarını tazelemek için anne babalarını uyandırıp o masalı tekrar okumalarını istiyor. Yazarlar, "acaba bir yanlış yaptık da Özge'nin kalbini mi kırdık?" diye evhamlanıyor, yazdıkları tüm hikayeleri tekrar elden geçiriyor. Bense öylece bakıyorum gözlerinin içine, belki hem bu dünyada kalıp hem de ondan kurtulmak için bildiği bir yol vardır diye.
Beşinci kez aynı soruyu sormamın üzerinden tam 13 dakika
geçtikten sonra Özge nihayet ilk cümlesini kuruyor. “Benim gitmem lazım…”
Kitabı kapatıp çantasına atıyor. Kalkıp
kapıya doğru yöneliyor, portmantodan kırmızı mantosunu alıyor ve çıkmadan önce
bana dönüp “Bir süre derslere ara versek olur mu?” diyor. Ne diyeceğimi
bilemiyorum, zoraki yuvarlayıveriyorum kelimeleri:
“Olur…”
“Tabii ki de olmaz, hiçbir yere gidemezsin. Daha sana
anlatacak o kadar çok şeyim var ki! Daha sana çocukken geçirdiğim tüm o aptal
yazları anlatacağım. Sen sıkılsan bile nezaketinden bir şey diyemeyeceksin, yüzünde hafif bir tebessümle dinlemeye devam
edeceksin beni. Ben senin nezaketinden yüz bulacağım, Sunay Akın gibi anlatacağım
neyim var neyim yoksa sana. Kendi hikayemin sıkıcılığı aklıma bile gelmeyecek,
sırf dinleyeni sensin diye. Çünkü kelimeler yalnızca senin için kullanıldıklarında
bir anlam ifade ediyorlar ve tüm ömrüm boyunca ne öğrendiysem hepsi sırf sana
bunları söyleyebilmek içindi. Sırf sana derdimi anlatmanın bir yolunu bulmama
yardımcı olur diye İngilizce’ye bir şans verdim ben, onu sevmeye çalıştım.
Belki senin beni sevmene bir yardımı dokunur diye. “Yes, i can” deyip ortalarda dolandım. Yalan da değil, hala başarabilirim… Gitme…”
Diyemedim… Onun
yerine, “Anlatsaydın dinlerdim…” dedim. Baktı, nezaketle gülümsedi:
“Babamı özlüyorum…”
* * *
Bakışlarını kaçırdı, mantosunun düğmelerini kurcaladı, bir öğretmenden çok mahcup bir çocuk gibiydi şimdi. Anlatmaya başladı... Benim amaçsızca geçen çocukluk yazlarımı anlatacağım gibi anlattı; bin gece anlatsa bin birincisinde “Haydi, baştan anlat” derdim…
Ben, hep benim hikayem eksik, o yüzden olmuyor sanırdım;
meğerse başkalarının hikayeleri fazlaymış, ondanmış. Özge anlattıkça o fazlalıklarından kurtuldu,
ben eksiklerimi kapattım, her kelimeyle birlikte birbirimize biraz daha yaklaştık. Bir ara “Keşke hep
anlatsak, dinlesek; hiç yaşamasak” dedim... Gerçi yaşayınca da olmuyor, ne kadar yaşasak o kadar tükeniyoruz...
Nasıl yapsak onu? Yapabilir miyiz ki? Galiba yapabiliriz; yes, we can!
Nasıl yapsak onu? Yapabilir miyiz ki? Galiba yapabiliriz; yes, we can!
Doğru mu dedim acaba, böyle mi kullanılıyordu? Özge?