Çimen daha bir yeşil,
Işık daha bir parlaktı.
Etrafın sevdiklerinle çevrildiğinde
Geceler masala çalardı.
-David Gilmour&Polly Samson-
Tüm story’lere tek tek bakıp, Youtube’un benim için uygun
gördüğü envai çeşit videoyu boş gözlerle izledim. Yapmak için yaptığım şeyler
tükenince, ihtiyatlı bir öfkeyle telefonu koltuğun en yumuşak köşesine doğru
fırlattım. Derin bir nefes alıp 10’dan geriye doğru saydım; 0’da durdum.
Doktorun söylediğinin aksine hiç de rahatlamamıştım, yılın sonunda elimde kalan
tek şeyin koca bir 0 olduğunu bana hatırlatmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı.
Üç dört dakika kadar öylece oturup derdime yandıktan sonra
ayağa kalktım, koridor boyunca bir kader mahkumu gibi düşük ve kahırlı bir
tempoda volta attım. Yorulunca, koltukta mışıl mışıl yatmakta olan telefonumun
yanına kıvrılıverdim. Yıl boyunca tanıştığım güzel hanımefendiler sağa doğru
ilerleyen bir film şeridi- bir Tinder ekranı gibi gözümün önünden geçiverdiler.
Hepsinin şahane insanlar olması çok can sıkıcıydı, insana hatanın kendisinde
olduğunu düşündürüyordu.
Hep aynı şey oluyordu; Robert Plant ayarında bir ‘kaliteli
serkeşlik’ ile parçaya giriyor, bir süre sonra vurdumduymazlığım tekniğimin
önüne geçiyor ve şarkının kontrolünü kaybediyordum. İşte o zaman tüm foyam
ortaya çıkıyor, birini sevmeyi beceremeyeceğim anlaşılıyordu.
Arkadaşlarım da durumun farkına varmış olacaklar, bir
süredir kendilerini virüsün etki alanı dışında tutuyorlardı. Kıyamet sonrası
filmlerinin ölü şehirlerinden birinde, tek kişilik devasa bir hapishanede
kapana kısılıp kalmıştım.
Belki de sadece ağzım iyi laf yapıyordu ve bir miktar
komiktim de işleri bu noktaya kadar idare edebildim… Bilmiyorum, belki de annem
haklıdır; benim içimde hiçbir şey yoktur, bomboştur…
* * *
Telefonu elime aldım. Kayıp giden anlamsız işaretlere
indirgediğim Facebook timeline’ında gezinirken gözüme bir şey takıldı.
Mahallede yapılacak bir yılbaşı partisinden bahsediyordu. Parti duyurusu,
kocaman bir “Yılın Son Partisi” yazısı ve alt taraflara iliştirilmiş küçücük
bir adresten ibaretti...
İçten içe, her şeye biraz geç kaldığımı hissediyordum; ama
yine de o partiye gidecektim.
* * *
Bir yıldır buralarda oturmama rağmen bu sokağa ilk
gelişimdi. Telefondan adresi bir kez daha kontrol ettim, doğru yerdeydim.
Kafamı kaldırıp, kentsel dönüşüm kapsamında yenilenmiş iki kazuletin arasına
iliştirilmiş, geçmişe açılan bir portalı andıran eski ahşap binaya baktım. Tam
o anda, büyülü tesadüflerin yaşandığı dandik Noel filmlerindeki gibi kar
başladı. Bu ucuzluğa daha fazla dayanamayıp hemen zile bastım… Bir süre
bekledikten sonra otomatiğin sesi duyuldu. Kapıyı açıp milyonlarca basamağı
geride bıraktıktan sonra en üst kata ulaştım. Kapı aralıktı, hafifçe itip içeri
girdim.
* * *
Çekingen adımlarla salona doğru yürürken, sadece
gülümsemesine bakarak hiç ağlamadığına yemin edebileceğim bir kız koluma girdi
ve beni balkona doğru sürükledi. İçerisi o kadar sıcaktı ki balkondan gelen
soğuk hava, tatlı bir meltem etkisi yaratmaktan öteye geçemiyordu. Parti sahibi
olduğunu tahmin ettiğim kız, “İyi seneler” diyerek bana sarıldıktan sonra
kollarını açıp bir başka misafiri kucaklamaya gitti. İnsanların böylesine kötü
bir dünyada bu kadar mutlu olabilmeleri beni her zaman için tedirgin etmiştir.
Tam da bu yüzden, bunun bir saatten sonra, at maskesi takıp insan kurban edilen
türde bir törene dönüşeceği fikrine giderek daha çok ısınmaktaydım.
Sonra bir şey oldu…
Hep gördüğüm bir rüya var… Hayatımın bir döneminde
rastlaşmaktan mutluluk duyduğum insanlarla dolu bir evdeyiz. Balkonun güzel
rüzgar alan bir köşesinde toplanıp başardığımız ve başaramadığımız ne varsa
hepsinden arınmış bi şekilde, birbirimize hesapsızca gülümseyip aptalca
şeylerden konuşuyoruz. Tam o sırada, birisi yanaşıyor. Üstünde tanrıça beyazı
bir elbise var. Rüzgar kucağında afacan bir çocuk, çekiştiriveriyor saçlarını.
Parmakları kulağının arkasında gezinip rüzgardan dağılan bir tutam saçı geriye
doğru atarken, dikkati dağılıyor. Talih bu ya, gözleri gözlerime değiyor. Tam
orada uyanıyorum.
Bu sefer öyle olmadı. Gözlerimin içine bakmaya devam etti.
Kalan son canımla yanına gittim, “Seni tanıyorum” dedim. “Tanıdığını
sanıyorsun!” deyip gülümsedi. “Yeni yıl dileğin ne?” dedi. “Şu an sadece seni
düşünüyorum, sersem gibiyim…” diyemedim. “Bilmem…” dedim. “Belki tüm bunların
bir anlamı olduğunu hissettirecek bir şey olur.” Gülümsedi, “Öyle bir şey
olursa bana da anlat, neymiş bilmek isterim.” Aklıma gelen ilk şeyi söyledim,
“Yeni tanıştığın birine bir çırpıda tüm hayatını anlatmak istediğin oluyor mu
hiç?” Bir süre öylece gökyüzüne baktı,
sonra bana döndü ve “İnsan anlatmayı sevdikten sonra mutlaka anlatacak biri
bulunur.” dedi. “Peki, tüm olasılıklar içerisinde en iyisinin bu olduğundan
eminsen… Karşındakinin hikayeyi anlatman gereken o tek kişi olduğunu
biliyorsan…” İç çektikten sonra lafa girdi, “Keşke bundan emin olmanın bir yolu
olsa…” Devam etti, “Olmaz ya, benim o kişi olduğumu düşün bir an için…Beni bu
balkonun dışında hiç gördün mü? Dünyanın diğer günlerinde ve saatlerinde de o
kişi olmaya devam edeceğimi bilebilir misin? Hayat bizi istemediğimiz şeylere
zorladığında, ezilip paramparça olduğumuzda, birbirimizin gözlerinin içine
bakıp bu balkonda karşılaştığımız gün ne gördüysek yine aynısını görebilecek
miyiz?”
Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim, bunu beklemiyordum.
“Seneye aynı yerde, aynı soruya başka türlü bir yanıt verirsek sokağın
sonundaki pastacıya gidelim, çok güzel limonlu cheesecake yapıyor.” Gülümseyip
içeriye doğru yürüdü. Bir dakika kadar sonra kendimi toparlayıp peşinden
gittim. Tüm odaları aradım ama onu bulamadım, sanki bir anda kayboluvermişti.
Odanın birinde tek başına ağlayan genç bir adam gördüm. Yanına yaklaştım, “İyi
misin?” dedim. Kafasını kaldırıp “15 sene oldu” dedi. Anlamadım, anlamama
aldırmadan anlatmaya devam etti.
“Ancak büyük bir hevesle sözünü ederek dinlenebilir kıldığım
tüm o saçmalıklar vardı ya, onları anlatmaktan hala vazgeçmedim. Sadece o
değil, hiçbir şeyin sonunu getirememe konusundaki istikrarımı da koruyorum. Ne
karanlıktan ne yükseklikten korkuyorum; ama olur da başımıza gelen tüm o
şeylerle dalga geçemediğimiz o gün gelir, iş ciddiye biner diye hala ödüm
kopuyor.”
Bana bakıp acı acı güldü.
“Gerçi o anlayamaz böyle şeyleri... Tatil sabahlarında
izlediğimiz kovboy filmlerindeki süvariler gibiydi o, her zaman son anda
yetişip herkesi kurtaracak gibi bir hali vardı. Ben öyle değilim, biliyor
musun? Birinin nezaketinden yüz bulsam, anlatırım neyim var neyim yoksa; ama
sonunu bir türlü bağlayamam. Bile isteye öyle yapıyorumdur belki de, bir çeşit
ölüm korkusudur bu. Geçmişi düşünüp durmak da bununla alakalı olsa gerek;
sabahlara kadar konuşup, gelecek hayallerimizi kendimize yastık yaptığımız
günlerden medet ummak... Neyse, anlatacak çok şey var ama dinleyecek hiç kimse
yok. Belki de sadece vakit öldürmek içindir hepsi... 'Çok uzatıyorsun'
diyeceksin, haklısın. Affedersin. Söyleyeceklerimiz kalbimizden dilimize
ulaşana kadar büyük badireler atlatıyorlar, bu yüzden kendimi tam olarak ifade
edememiş olabilirim... Ama işte ne derler bilirsin: İnsan, anlattığı herkesi
biraz özlüyor... Özlemek iyidir.”
Gözündeki iki damla yaşı sildi, hayatında son kez
gülümsüyormuş gibi gülümsedi, elini omzuma koydu, “Tam 15 yıl…” dedi. Sonra da
gitti…
Bir an duraksadım,
aklıma babam geldi. “15 yıl…” dedim, “Ne kadar da geçmemiş…”
Havai fişekler patlarken, yatağa doğru uzandım, herkesle
birlikte 10’dan geriye doğru saydım…
…10…9…8…7…6…5…4…3…2…1…
* * *
Uyanır uyanmaz saate baktım, neredeyse öğlen oluyordu. Hemen
üstümü başımı toparladım, odadan çıkıp ev sahibini aradım; evde kimse yoktu.
Kapıyı çarpıp çıktım. Apartmanın önüne indikten sonra durdum… Sokağın sonundaki
pastacı… Sokağın sonundaki pastacıya gitmem lazımdı!
Özgürlüğüne koşan William Wallace gibi var gücümle koştum.
Son nefesimi vermeden kendimi dükkandan içeri attım. Etrafa bakınırken
garsonlardan birine gözüm takıldı. Bu, ev sahibinin ta kendisiydi! Elimi
kaldırıp selam verdim. Yanıma geldi, “Bir şey mi istediniz?” dedi. Beni
tanımamıştı. “Dün partide karşılaşmıştık, senin evde…” Söylediklerime anlam
verememişti, “Benim evim mi?” dedi, dedikten sonra da hikayedeki boşluğu fark
edip ekledi “Ha, orası benim evim değil.” Şaşkınlığımı atar atmaz lafa girdim,
“İnsanları karşılarken görünce ben de sandım ki… Kimin evi peki?” Kız omzunu
silkti, “Bilmem, senede bir kere, o da yılbaşı gecesinde kullanıldığını duydum.
Galiba düzenli oturan kimse yok” İşler giderek karmaşık bir hal almadan sadede
geldim, “Beyaz elbiseli, sarı saçlı, güzel bir kız vardı partide. Onu tanıyor
musun?” Başını iki yana salladı, “Öyle birini görmedim.”
Kimin o partiye katılıp katılmadığı, katılanların hangisinin
gerçek olup olmadığı gibi mavralar aklımı kurcalarken yoruldum, masalardan
birine doğru yıkıldım… High Hopes çalıyordu… Eski ev sahibi, yeni garsona doğru dönüp
aklıma ilk gelen şeyi söyledim.
“Bana bir cheesecake getirir misin? Limonlu olsun…”