1
Sandık ki yaz bitecek; ama kimseler bir yere gitmeyecek… Çocukluk işte.
2
Katillerin olay mahalline dönmesi, bir polisiye klişesinden ibaret değil. İnsan bazen, her şeyi berbat ettiğinden emin olmak istiyor, kendi gözleriyle görene dek ikna olmuyor.
İlk başlarda kulağa boğucu bir roman başlangıcı gibi geliyor ama nereye gideceğinizi bilmeden yollara düşüp de kendinizi yirmi yıldır uğramadığınız o tanıdık sahil kasabasında bulduğunuzda anlıyorsunuz: Bu, bir ‘başlangıç’tan çok bir ‘son’.
3
“Eğer zaman yolculuğu varsa, mutsuz bir gün ile mutlu bir gün arasındadır.”
4
“Buralar çok boş kaldı” denilerek sağa sola serpiştirilmiş, hala kış uykusundan uyanamamış sıra sıra evlerin arasından geçip eski lunapark caddesine sapıyorum. Şarap fabrikasına çıkan yol boyunca sürüyor, bir yandan da geceyi geçirebileceğim kendi halinde bir otel var mı diye etrafı kolaçan ediyorum… Bizim tekstil fabrikasının batıp da ayağımızı buralardan kestiğimiz seneden bugüne kalabilmiş tek bir otel dahi yok.
Sanki bize ayıp olmasın diye onlar da bizimle birlikte batıvermiş.
Zihnim artık kepenkleri indirmek üzere olduğundan bulabildiğim tek otelin önüne çekiyorum arabayı. “Odanız hazır.” diyerek beni içeri buyur eden tuhaf resepsiyoniste; tavandaki camın içerisine hapsolmuş kendi kuyruğunun peşindeki yılan figürüne ve ait olduğu yere taşınana dek burada emaneten duruyormuş izlenimi veren tüm o afili heykellere rağmen istifimi bozmadan odama çıkıyorum.
5
Yorgun bir ağaç gibi devriliveriyorum yatağa. Tavana bakıyorum; tüm dünya yavaş yavaş üstüme çöküyor…
Sanki yirmi yıl önce seni burada bulmamışım, biz iflas edince yazlarımız ve de kışlarımız ayrılmamış, dokuz yıl sonra bir iş gezisinde tekrar kavuşmamışız, arayı kapamak için altı ay sonra evlenmemişiz, ben beş yıl sonra her şeyi berbat etmemişim ve altı yıl boyunca seni tek bir kez bile görmemişim… Sanki sen boğucu bir yaz gününde, kimselere haber vermeden usulca ölmemişsin… Sanki dünya çoktan üstüme çökmemiş...
6
Gözlerimi kapıyorum… Pencereden içeriye doluveren bir teneffüs coşkusu eşliğinde gözlerimi açıp çocuklara okkalı bir küfür savurduktan sonra yüzüme su bile çarpmadan resepsiyona iniyorum. Kimseyi bulamayınca kapıya çıkıyorum, sahilden kaldırıma doğru şıpıdık terlikleriyle zar zor yürüyüveren elma yanaklı, toraman bir çocuk görüyorum. Kollarının altındaki ördeği gösterip bana doğru bağırıyor: “Hadisene oğlum, Eylül Abla yüzme öğretecek bana. Sen de gel, öğrenince beraber yüzeriz.“
Kaan? Bu anı biliyorum ben! Biraz sonra Eylül Abla bizi iskelenin oraya çağıracak... Kaan’ın annesi, benim annem, Aylin… Aylin’le tanıştığımız gün bu!
“Eylül benim adım. Bu da Aylin, kuzenim. Orta bire geçti bu yaz.”
Koşa koşa sahile iniyorum… Annem hala benden uzun, babam henüz bizden bıkmamış… Selam veriyorlar, ağlamamak için tüm gücümle gülümsüyorum. Koşup sımsıkı sarılmak istiyorum herkese; Eylül Abla geliyor, “Bu Aylin” diyor.
Biliyorum, tüm hayatım onu sevmekle geçti benim.
Tam ağlayacağım, “Üzgün müsün?” diyor Aylin, ağlayamıyorum. “Çok mutluyum” diyorum, “Bugün hayatımın en mutlu günü.”
Bütün gün Aylin’in gözünün içine bakıyorum, pervane oluyorum etrafında. Akşam olunca annemler çağırıyor, güç bela Aylin’den ayırıp eve götürüyorlar beni. Odamda tek başına içinde Aylin’in olduğu masallar uyduruyor, hepsinin sonunu mutlu bağlıyorum.
7
Gözlerimi açıyorum… Yine aynı odadayım! Koşarak odadan çıkıyor, kendimi otelden dışarı atıyorum. Dünden bugüne on beş kilo vermiş Kaan yanıma geliyor, “Abi akşam sonuçlar açıklanacak, ben evde duramam, size gelsem olur mu?” diyor… Hatırlıyorum; babamın batışının borsaya ve aile meclisine ilan edildiği, Aylin’lerin ailece yurt dışına taşınacaklarını bilmeden ikimizin de İstanbul’da okul kazanmış olmasına delice sevindiğimiz o yaz. Çocukluğumuzun son yazı.
8
Gözlerimi açıyorum…Kapıyorum… Açıyorum… Kapıyorum… Günler ve geceler birbirini kovalıyor. Gözümü açtığım her sabah, bu kasabada geçirdiğim bir yaz gününe uyanıyor, aklıma gelen tüm yolları deniyor ama bir türlü bu döngüden çıkamıyorum.
Tüm o günleri birbirine bağlayan tek bir şey var: Aylin.
Bu sadece geç kalmış bir itiraf değil, ben gerçekten de Aylin’le geçirdiğimiz yazlara saplanıp kaldım.
İyi de bu nasıl olabilir?
Bazı sabahlar belki de tüm bu olanlar bir rüyadır diyorum… Belki de Aylin’in ölümünün yarattığı bir psikozun etkisidir ya da ne bileyim, kasabaya sürerken bir trafik kazası geçirmişimdir ve… Belki de öldüm! Öldüysem burası neresi? Cennette miyim? Öyleyse neden içimi kemirip duran bir şeyler var? Neden her şey tek ayağı aksak bir sehpanın üzerinde duran cam bir vazo gibi, ha kırıldı ha kırılacak?
9
Etrafta kimselerin olmadığı bir gün, ayaklarım beni sitenin havuzuna götürüyor. Havuza yaklaştıkça hava birden soğuyuveriyor, ürperiyorum. Aylin’i görüyorum, yetişkin haliyle havuzun kenarında tek başına oturuyor. Yanına yaklaşıp soruyorum. ”Aylin, iyi misin?”
“Biraz başım ağrıyor…” diyor Aylin. “Başımı bir yere çarptım… Sen, nereye çarptığımı biliyor musun?”. Tüm sesler kesiliyor bir an… Gözleri gözlerimde, tek bir şey söylüyor, sehpanın kenarındaki vazo düşüp sessizlikte tuzla buz oluveriyor.
“Sevdiğin birinin seni itmesi, havuzun kenarına başını çarpmaktan daha çok can yakıyor.”
10
Arabama doğru yürüyorum. Ellerim titriyor… Bagaja uzanıyorum, kapağı kaldırıyorum… Her şeyi nasıl berbat ettiğime bakarken dizlerimin bağı çözülüyor… Arkasına saklandığım tüm o güzel günler, pişmanlığımın ateşi ile kavrulan karton dekorlar gibi küle dönüveriyor, geriye bi’ tek buz gibi gerçek kalıyor.
Boğucu bir yaz gününde, bir grup çocuk, olay mahalline dönmüş bir katilin yanından geçtiklerinden habersiz bir şekilde, huzurla yürüyorlar. Sahile iniyor, el ele tutuşup denize doğru koşturuyorlar. Beni de aralarına alsalar, sanki tekrar çocuk olacağım, bir şansım daha olacak… Denize girene kadar onları izliyorum, sonra hepsi kayboluyor.
Ben sandım ki yaz bitecek; ama kimseler bir yere gitmeyecek… Çocukluk işte.