24 Temmuz 2021 Cumartesi

OLAY MAHALLİ

 


1

 

Sandık ki yaz bitecek; ama kimseler bir yere gitmeyecek… Çocukluk işte.

 

2

 

Katillerin olay mahalline dönmesi, bir polisiye klişesinden ibaret değil. İnsan bazen, her şeyi berbat ettiğinden emin olmak istiyor, kendi gözleriyle görene dek ikna olmuyor. 

İlk başlarda kulağa boğucu bir roman başlangıcı gibi geliyor ama nereye gideceğinizi bilmeden yollara düşüp de kendinizi yirmi yıldır uğramadığınız o tanıdık sahil kasabasında bulduğunuzda anlıyorsunuz: Bu, bir ‘başlangıç’tan çok bir ‘son’.

 

3

 

“Eğer zaman yolculuğu varsa, mutsuz bir gün ile mutlu bir gün arasındadır.”

 

4

 

“Buralar çok boş kaldı” denilerek sağa sola serpiştirilmiş, hala kış uykusundan uyanamamış sıra sıra evlerin arasından geçip eski lunapark caddesine sapıyorum. Şarap fabrikasına çıkan yol boyunca sürüyor, bir yandan da geceyi geçirebileceğim kendi halinde bir otel var mı diye etrafı kolaçan ediyorum… Bizim tekstil fabrikasının batıp da ayağımızı buralardan kestiğimiz seneden bugüne kalabilmiş tek bir otel dahi yok. 

Sanki bize ayıp olmasın diye onlar da bizimle birlikte batıvermiş.

 

 

 

Zihnim artık kepenkleri indirmek üzere olduğundan bulabildiğim tek otelin önüne çekiyorum arabayı. “Odanız hazır.” diyerek beni içeri buyur eden tuhaf resepsiyoniste; tavandaki camın içerisine hapsolmuş kendi kuyruğunun peşindeki yılan figürüne ve ait olduğu yere taşınana dek burada emaneten duruyormuş izlenimi veren tüm o afili heykellere rağmen istifimi bozmadan odama çıkıyorum.

 

5

 

Yorgun bir ağaç gibi devriliveriyorum yatağa. Tavana bakıyorum; tüm dünya yavaş yavaş üstüme çöküyor…

Sanki yirmi yıl önce seni burada bulmamışım, biz iflas edince yazlarımız ve de kışlarımız ayrılmamış, dokuz yıl sonra bir iş gezisinde tekrar kavuşmamışız, arayı kapamak için altı ay sonra evlenmemişiz, ben beş yıl sonra her şeyi berbat etmemişim ve altı yıl boyunca seni tek bir kez bile görmemişim… Sanki sen boğucu bir yaz gününde, kimselere haber vermeden usulca ölmemişsin… Sanki dünya çoktan üstüme çökmemiş...  

 

6

 

Gözlerimi kapıyorum… Pencereden içeriye doluveren bir teneffüs coşkusu eşliğinde gözlerimi açıp çocuklara okkalı bir küfür savurduktan sonra yüzüme su bile çarpmadan resepsiyona iniyorum. Kimseyi bulamayınca kapıya çıkıyorum, sahilden kaldırıma doğru şıpıdık terlikleriyle zar zor yürüyüveren elma yanaklı, toraman bir çocuk görüyorum. Kollarının altındaki ördeği gösterip bana doğru bağırıyor: “Hadisene oğlum, Eylül Abla yüzme öğretecek bana. Sen de gel, öğrenince beraber yüzeriz.“

 

Kaan? Bu anı biliyorum ben! Biraz sonra Eylül Abla bizi iskelenin oraya çağıracak... Kaan’ın annesi, benim annem, Aylin… Aylin’le tanıştığımız gün bu! 

“Eylül benim adım. Bu da Aylin, kuzenim. Orta bire geçti bu yaz.”

 

Koşa koşa sahile iniyorum… Annem hala benden uzun, babam henüz bizden bıkmamış… Selam veriyorlar, ağlamamak için tüm gücümle gülümsüyorum. Koşup sımsıkı sarılmak istiyorum herkese; Eylül Abla geliyor, “Bu Aylin” diyor. 

 

Biliyorum, tüm hayatım onu sevmekle geçti benim.

 

Tam ağlayacağım, “Üzgün müsün?” diyor Aylin, ağlayamıyorum. “Çok mutluyum” diyorum, “Bugün hayatımın en mutlu günü.”

Bütün gün Aylin’in gözünün içine bakıyorum, pervane oluyorum etrafında. Akşam olunca annemler çağırıyor, güç bela Aylin’den ayırıp eve götürüyorlar beni. Odamda tek başına içinde Aylin’in olduğu masallar uyduruyor, hepsinin sonunu mutlu bağlıyorum.

 

7

 

Gözlerimi açıyorum… Yine aynı odadayım! Koşarak odadan çıkıyor, kendimi otelden dışarı atıyorum. Dünden bugüne on beş kilo vermiş Kaan yanıma geliyor, “Abi akşam sonuçlar açıklanacak, ben evde duramam, size gelsem olur mu?” diyor… Hatırlıyorum; babamın batışının borsaya ve aile meclisine ilan edildiği, Aylin’lerin ailece yurt dışına taşınacaklarını bilmeden ikimizin de İstanbul’da okul kazanmış olmasına delice sevindiğimiz o yaz. Çocukluğumuzun son yazı.

 

 

8

 

 

Gözlerimi açıyorum…Kapıyorum… Açıyorum… Kapıyorum… Günler ve geceler birbirini kovalıyor. Gözümü açtığım her sabah, bu kasabada geçirdiğim bir yaz gününe uyanıyor, aklıma gelen tüm yolları deniyor ama bir türlü bu döngüden çıkamıyorum.

Tüm o günleri birbirine bağlayan tek bir şey var: Aylin. 

Bu sadece geç kalmış bir itiraf değil, ben gerçekten de Aylin’le geçirdiğimiz yazlara saplanıp kaldım.

 

İyi de bu nasıl olabilir? 

 

Bazı sabahlar belki de tüm bu olanlar bir rüyadır diyorum… Belki de Aylin’in ölümünün yarattığı bir psikozun etkisidir ya da ne bileyim, kasabaya sürerken bir trafik kazası geçirmişimdir ve… Belki de öldüm! Öldüysem burası neresi? Cennette miyim? Öyleyse neden içimi kemirip duran bir şeyler var? Neden her şey tek ayağı aksak bir sehpanın üzerinde duran cam bir vazo gibi, ha kırıldı ha kırılacak? 

 

 

9

 

 

Etrafta kimselerin olmadığı bir gün, ayaklarım beni sitenin havuzuna götürüyor. Havuza yaklaştıkça hava birden soğuyuveriyor, ürperiyorum. Aylin’i görüyorum, yetişkin haliyle havuzun kenarında tek başına oturuyor. Yanına yaklaşıp soruyorum. ”Aylin, iyi misin?” 

 “Biraz başım ağrıyor…” diyor Aylin. “Başımı bir yere çarptım… Sen, nereye çarptığımı biliyor musun?”. Tüm sesler kesiliyor bir an… Gözleri gözlerimde, tek bir şey söylüyor, sehpanın kenarındaki vazo düşüp sessizlikte tuzla buz oluveriyor.

 

“Sevdiğin birinin seni itmesi, havuzun kenarına başını çarpmaktan daha çok can yakıyor.”

 

 

10

 

Arabama doğru yürüyorum. Ellerim titriyor… Bagaja uzanıyorum, kapağı kaldırıyorum… Her şeyi nasıl berbat ettiğime bakarken dizlerimin bağı çözülüyor… Arkasına saklandığım tüm o güzel günler, pişmanlığımın ateşi ile kavrulan karton dekorlar gibi küle dönüveriyor, geriye bi’ tek buz gibi gerçek kalıyor. 


Boğucu bir yaz gününde, bir grup çocuk, olay mahalline dönmüş bir katilin yanından geçtiklerinden habersiz bir şekilde, huzurla yürüyorlar. Sahile iniyor, el ele tutuşup denize doğru koşturuyorlar. Beni de aralarına alsalar, sanki tekrar çocuk olacağım, bir şansım daha olacak… Denize girene kadar onları izliyorum, sonra hepsi kayboluyor.

 

Ben sandım ki yaz bitecek; ama kimseler bir yere gitmeyecek… Çocukluk işte.

 

 

28 Kasım 2020 Cumartesi

Delilik Bu

 

                                                                   


-Bir şey söylemeyecek misin? Senelerdir kapısını bile açmadığımız bir evin içinde sessizce oturup su bardağında çay içiyoruz! Gelirken sokağı bulamadım, kendi evime gelebilmek için başkalarına yol sordum ya ben! 

 

Bizim burada ne işimiz var abi? Deli miyiz, biz ne yapıyoruz şu an burada?

 

+Seninle bir ilgisi yok, ben deliriyorum İpek. Annem gibi deliriyorum…

 

                                     

                                                                  * * *                                                        

 

Annemi hiç görmedim. Fotoğraflardan bana gülümsemeye çalışan güzel bir kadın benim için annem. Sorbonne’da felsefe okumuş, babamla evlenmiş, birkaç yıl parti sekreterliği yapmış, büyük dedemizin ve hatta Lacan’ın da vakti zamanında çalışmış olduğu Saint Anne’de tedavi gördükten sonra tekrar ülkeye dönmüş ve bu evde bir yıl kaldıktan sonra… Sonrası yok, bana hiç anlatmadılar.

Arada, aslına bakarsanız ne zaman işler sarpa sarsa, buraya gelip annemin dizlerinin dibine yatmayı düşündüm; ama hiçbir zaman yapamadım… Kurduğum kitapevi battı, hayatta sevdiğim tek adam başkasıyla birlikte ve işin acı tarafı tüm o ‘favori çift’ yorumları ve kalplerle dolu paylaşımların ötesinde ilk defa gerçekten mutluymuş gibi gözüküyor! Sanki hayatından beni söküp attığında adı konulamayan o meşum hastalığını da yenmiş gibi… 

 

Şu anda naftalin kokulu bir yorganın altında, kendime saygımı tamamen yitirene kadar ağlıyor olmalıydım. Onun yerine, annemin kendini öldürdüğü evde, delirmeyi bir aile geleneği haline getirmeye çalışan gelenekçi abimin hezeyanları ile boğuşuyorum.


Tam sıra bana gelmişken vezne kapanmış gibi hissediyorum. Oysa benim sıramdı, çok uzun zamandır ağız tadıyla delirmeyi bekliyordum ben. Bu, gerçekten büyük haksızlık!

 

                                                       

                                                                  * * *                                                      

 

-‘Deliriyorum’ derken abi?

 

+Düzden deliriyorum işte kızım, neyini anlamıyorsun?

 

-Bir sabah kalktın, işe gittin, bergamot yüzünden aslında başka ne kattığının hiçbir önemi olmayan o lüks çay karışımını yudumlarken birden deliriyor olduğunu fark ettin, ofistekileri topladın ve “Kusura bakmayın arkadaşlar, ben deliriyorum, siz halledersiniz” mi dedin? 

 

+Her şeyle dalga geçmek zorunda mısın sen? 

 

- Bu da benim rahatsızlığım, dalga geçemezsin! 

 

+Siktir git, kime ne anlatıyorum ben ya…

 

-Yok yok, tamam! Dinliyorum. Lütfen.

 

+ Geceleri nefes alamıyorum.

 

-Nasıl nefes alamıyorsun?

 

-Alamıyorum işte, nefesim kesiliyor… Uykumda öleceğim diye korktuğumdan uyku uyuyamaz oldum. İşteyken sürekli eve gidip uyuyacağım anı düşünüyorum; ama eve gidince uyuyamıyorum. İş yapamaz hale geleceğim, Miray çocukları da alıp gidecek, evde yapayalnız kalacağım, sonra da annem gibi… Kehanet gibi bir şey bu... Önce annemdeydi, şimdi de bana geçti!

 

                                                       

                                                                  * * *                                                     


“Kimse yoğurmuyor bizi yeniden topraktan ve çamurdan, kimse sözünü etmiyor tozlarımızın. Kimse.”

 

Bazen herkesin geçtiği sınavdan bir tek ben kalmışım gibi oluyor. O taklayı bir tek ben atamamışım, köprüyü bir tek ben kuramamışım, bir tek benim resmim bir çocuğun taşları çiçeklendiren inatçı hayal gücünden nasibini almamış, bir tek benim parmaklarım flüt çalmaya uygun gelişmemiş… 

İnsanlar sonuçlara çok takılıyor, biraz da ondan oluyor. Yoksa benim güzel bir gidiş yolum var...

 

Sonunda like’ları başkaları aldı ama ben onu ilk gördüğüm anı hatırlıyorum. O gün üzerinde nelerin olduğunu unutmadım mesela. En sevdiği şarkıyı, güldüğünde yüzünün aldığı şekli, başımın omzunda bıraktığı izi, birlikte dünyadaki tüm kalp kırıcı günlere karşı koyabilecekmiş gibi hissettiğimiz geceleri … Bunların hepsi benimle, ne yaşanırsa yaşansın… Oradan baktığınızda kaybetmiş gibi gözüküyor olmam, bunu değiştirmeyecek.

 

 


                                                                  * * *       

 

Şirketinin ve evliliğin altında ezilen canım abimin kaçış bileti olarak deliyi oynaması çok insani bir hamle ama kusura bakmasın, o kadar kolay değil o işler! 

Kimin parasını hangi fona yatıracağıyla ilgileneceğine kimin nasıl hissettiği ile ilgilenseydi bunu kendisi de anlayabilirdi ama neyse ki ben konuya pek yabancı değilim, kendisine yardımcı olacağım; 

“Delirmiyorsun abicim, sadece depresyondasın. Bir uzmana görünsen iyi olacak.”

 

Delirecek gibi olan benim, sen ailedeki delileri karıştırdın herhalde!

 


                                                                  * * *       

 

-Abi?

 

+Ne var?

 

-Niye burada buluştuk? Tamam, burayı delirmenin merkez üssü olarak görmüş olmanı anlaşılabilir bir durum ama yine de…

 

+Annemi özledim.

 

 

 

+ Bir hafta önce geldim. 

 

-Bir haftadır burada kalıyorum deme bana!

 

+Gel, sana göstereceğim bir şey var.

 

Abimle birlikte annemin odasına çıktık, annemin dinlediği plaklarla dolu bir kutunun dibinden üzerine rengarenk çiçekler çizilmiş bir defter çıkardı abim. Bana uzattı, “Yazma yeteneğini ondan almışsın.” dedi. 

 

Abimle birlikte yere oturduk, sırtımızı yatağa verdik. Abim sanki günlerdir o anı bekliyormuş gibi anında uykuya daldı. 

Annemin dizlerinin dibine uzandım, rastgele bir sayfa açtım. 

 

 


                                                                  * * *       

 

 

İpek'e,




Ölmek ne kolay

Yabancı bir tavanın altında

Adın kaybolmuşken dudaklardan

Buzlar erimişken

günler dünlere karışıyorken

Ve yüzün gelmiyorken gözlerin önüne

Parça parça, bölük pörçük akşamlar

Ölmek ne kolay.

Çökmüşken dizlerinin üzerine

Pantolon iz yapmışken ve üstün başın kolonya kokarken

Bir yer sofrasında ya da yücelerden yüce bir makam sahibinin huzurunda

Süklüm püklüm olmuşken

Topukların kırılmışken 

Umutların kırılmışken

Haksızlıklar boyunu aşmış 

Adın silinmiş, unufak olmuşken

Ölmek ne kolay

Yaşadıkça.

 

 


Sen zor olanı seç. Seni her şeyden çok seven annen.

 

8 Kasım 2020 Pazar

DİYEMEDİM III

 

İnanır mısın, bu sefer bana da sürpriz oldu…


 

İnsan, bu kadar yanlış yaptıktan sonra yanlışlıkla da olsa doğruyu bulurum diye düşünüyor ama gördüğün gibi o iş tam da öyle olmuyor! Bütün yanlışlar bir noktadan sonra aynı kapıya çıkıyor Burcu, öyle olmasa nereye bırakırsan bırak evin yolunu bulan sadık köpekler gibi dönüp dolaşıp kapında biter miydim hiç?

 

Konunun senle ilgisi olmadığının, “Burcu sana söylüyorum, hayat sen anla” konulu bir serzenişin mağduru olduğunun altını bir kez daha çizmek isterim. Yani, bir yangının külünü yeniden yakıp geçmeye gelmedim buraya Burcu. Seni sevmekten daha iyi ıstıraplar bulduğumu önceki eserlerimde belirtmiştim, sen dinlemediğin için o kısmı kaçırmış olabilirsin. 

Haklısın, bunları belki de gidip günlüğüme yazmalıyım ya da iyi bir psikolog bulup ettiği mesleki yemine onu pişman edene kadar başının etini yemeliyim ama elimde değil, beni senin kadar dinlemeyen biri daha yok. Seninleyken mecburen kendime kulak veriyorum, bana iyi geliyor. 

 


Biliyor musun, o adı batasıca Rus yazarlar haklıydı Burcu. İnsanı en çok acıtan şey, hayal kırıklıkları değil. Yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklar... Bazen sanki tüm hayatım, birbiri ardına gelen kıl payı kaybedişlerden ibaretmiş gibi geliyor. Sanki istediğim bölümü bir puanla kaçırmışım da hayatın istemediğim bir bölümünü yaşamak zorunda kalmışım gibi. Ne demek istediğimi anladığını düşünmüyorum zira seninki bir hayat mücadelesi değil, olsa olsa hükmen galibiyet. Olduğundan afili göstermek zorunda olduğun kaybedişlerinin olmaması senin eksiğin Burcu, güzel gözlerinden olduğu gibi bahtının açıklığından da sen suçlusun.

 

Artık kimsenin incelikleri şeyleri anlamaya vakti yok Burcu. Herkes bir hayatın içine onlarca hayat sığdırmaya çalışıyor, hepsini yarım yamalak yaşayıp eline yüzüne bulaştırıyor. Hepsini toplasan, bir hayat etmiyor. Yaşamaya pek istidadı olmayan biri olarak, iyi bir hayat nasıl yaşanır, bununla ilgili ahkam kesecek değilim ama nasıl yaşanmayacağı ile ilgili ciltlerce eser verebilirim. Biliyorsun, yaşayamamanın Van Gogh’u, Godard’ı sayılırım.

 

Yanlış anlama, 90’ların başında Manchester’da müzisyen olma hayalimden, seksenlerde yapılan gençlik filmlerinden, yağmur sonrası içine çektiğin o toprak kokusundan, son dakikada gelen şampiyonluk golünden, atlardan ve menemenden bile daha çok seviyorum hayatı. Ama işte çok sevdiğin, tutkuyla bağlı olduğun bir şeye yeteneğinin olmadığını fark etmenin de ince bir kederi var Burcu, çatlakların arasına sızıveren kar suyu gibi yürüyor insanın ta derinlerine. Hiç geçmeyen meşum bir hastalık gibi en olmaz anlarda yokluyor, dudağının kenarındaki çukurun içine sinsice gizleniyor, her gülüşünde nüksediyor.

 


Zaman o kadar hızlı akıp geçiyor ki, insan vakti zamanında niye, neden, ne kadar üzüldüğünü bile anımsayamıyor. Şimdi çektiğimiz çileler, ileride belki de gülümseyerek hatırlayacağımız anılara dönüşecekler; gülümsediklerimizse özlemle andıklarımıza. Bu yüzden kendimizi paralamanın ya da muzaffer bir komutan gibi savaş alanında gururla salınmanın bir anlamı yok. Buna fanilik hissi diyorlar Burcu, alelacele hayatının muhasebesini yapıp ona değer biçmeye kalkıyor insan. Tüm bu yaşananların bir değeri olduğuna kendini ikna etmeye çalışıyor. Bugün helvalar kavrulacak olsa, ağızlarda güzel bir tat bırakacağından emin olmak istiyor. Çocukken amaçsızca geçen yaz günlerindeki kadar sonsuz olduğuna inanmıyor hayatın, bazı ihtimallerin çoktan yok olup gittiğini düşünüyor. Şimdi dönüp de elimde kalanlara baktığımda, bazı şeyler yanıma kar kalsın istiyorum Burcu. Söyler misin, çok mu şey istiyorum?

 


Her seferinde bunun son karşılaşmamız olacağını düşünüp neyim var neyim yok, sular seller gibi anlatıyorum sana. İnsan ne kadar konuşursa konuşsun yine de kendini eksik anlatıyor Burcu. Herkes sıra kendine geldiğinde kuracağı cümleyi düşünürken uzun uzun kendini anlatmanın ne kadar boş bir çaba olduğunu unutuveriyor. Herkesin derdinin kendine yettiği şu zamanlarda, zaten ortalık karışık diyerek asilce kenara çekilemiyor. Yaptığı tüm aptallıklardan, bencilliklerden sonra bile onu sevmeye devam etmelerini sağlayacak o cevheri (?) görsünler istiyor. 


Beni sizin için yapmadıklarıma rağmen severseniz gerçekten çok makbule geçer! 

 


Şimdi izninle gidip birini sevecek, hayatın sırrına mazhar olduğumu düşündürecek anlar yaşayacak, çokça gülüp eğlendikten sonra yaptığım aptallıkların getirdiği pişmanlıkları zamanın şefkatli kollarına bırakacağım. Bazen uzay-zamanda adını anmaya değmeyecek kadar küçük bir yer kapladığımı düşünecek bazen de dünyanın efendisiymiş gibi hissedeceğim. Sana da aynısını yapmanı tavsiye ederim. Dünya sana yeterince torpil geçti, bir noktadan sonra muhakkak işler kötüye gidecektir. Üzülme, zamanla alışırsın!



Seninle konuşmanın bana ne kadar iyi geldiğini unutmuşum. Olur ya bir daha görüşemeyiz; iyi günler, iyi akşamlar, iyi seneler. Umarım iyi bir hayat yaşarsın.





Diyemedim.


 

 

21 Haziran 2020 Pazar

Okulun İlk Günü





Bir sabah, bunaltıcı düşlerin birinden uyandığımda, kendimi koca bir aptala dönüşmüş olarak buldum.

                                                                                    * * *

TV tarafından yetiştirilen biri olarak, Türkiye’de hiçbir karşılığı olmayan karakterlerle dolu tam 22 gençlik dizisi izlemiştim. Bununla da yetinmemiş, sadece film izlemek için kullandığım ve denetimli serbestlikten yararlanmış Gültepeli bir bilgisayar korsanından aldığım -muhtemelen kapısının kilidine yeterli özeni göstermeyenlerden toplanmış- bilgisayarımla forumların altını üstüne getirmiş, yıllar sonra arama motoru sonuçlarında rastlayınca ‘gençlik hatası’ olarak değerlendireceğim sayısız hayran yorumuna imza atmıştım.
Neyse ki utanç, aptal bir iyimserlik üzerine inşa ettiğim “ergenlik” kalemin duvarlarının dışında kalıyordu. 

                                                                                    * * *

Zor bir yerde büyümüştüm. Dizilerdeki Kaliforniyalı sörfçülere en çok yaklaştığım an, annemin perte çıkan ütü masası ile dereye inip su sporlarının şanına gölge düşürdüğüm bir Yaz günüydü.             Annem, o gün olan biteni komşulara açıklamak için yüksek zekanın olası yan etkileri üzerine çardakta küçük bir konferans vermek zorunda kalmıştı. Dinleyicileri benim yeni Carl Sagan olduğuma ikna etmeye çalışırken gülmesine mani olamamış ve nihayetinde zamanının ötesinde bir bilim insanından çok eserikli bir yerli komedi karakterine daha yakın olduğumu kabullenmişti.
Kanalizasyonda büyüyen her fare Splinter Usta olmuyordu, birçoğu fare kalıyordu, oran oldukça düşüktü. Yine de izlediğim dizilerden öğrendiğim bir şey vardı ve açık konuşmak gerekirse bu, 15 yaşındayken bana tutunabileceğim sağlam bir dal gibi gözükmüştü. 

                                                                                    * * *

Salinger romanlarının çok bilmiş çocukları gibi varoluşsal bir kederin esiri olduğumu kimseye göstermemek için okuduğum şeyleri ve her şeyle dalga geçebilme becerimi kendime zırh yapacaktım. İlk başlarda çok bilmişliğim, kendime olan hayranlığım, küçük akvaryumun büyük balığı tavırlarım yüzünden gıcık olacaklardı bana. Ama sonra başımıza gelen türlü musibetler, küçük dünyamıza sığdırdığımız düşük bütçeli maceralar bizi birbirimize yakınlaştıracak ve aslında içimde bir yerlerde, benim bile anahtarını nereye sakladığımı unuttuğum bir kapının ardında, bambaşka bir ben olduğunu göreceklerdi. En azından diziler, bana bunun böyle olması gerektiğini düşündürmüştü.
                                                                                    * * *

‘Lisenin ilk gününe 20 kala’ kahvaltı masasından kalktım. Kardeşim İlhan Mansız saçı yapmak için babamdan arakladığı briyantini kafasına boca ediyor, annem babama kuşlarını kafesten çıkarıp ortalığı yine berbat ettiği için söyleniyordu. Babam ise yine fazla yüz verilmiş çocuğun birinin doğum gününde sihirbazlık literatürünün en ‘sihirsiz’ numaralarını sergilemeden önceki son provalarını yapımaktaydı. Tüm bu hengamenin ortasında ben ‘liseli’ oluyordum. Bahçe kapısına geldiğimde durdum ve bir an için beni harika bir hayatın beklediğine tüm kalbimle inandım.
Babam arkamdan bağırdı. 
“Bekle, ben de geliyorum. Öyle tek başına olmaz… Ama önce şu kuşları yakalamamız lazım.”

                                                                                    * * *

Belki bizim sınıftan olabilir diyerek okulun önündeki dar geçitte beliren herkese uzun uzun baktım. Sonuçta ne olursa olsun, buradan birbirinden izler taşıyan insanlar olarak çıkacaktık. İleride sıfırı tükettiğimiz bir akşam, masa boş şişelerle doluyken sığınabildiğimiz güzel bir hatıra olacaktık her birimiz; ya da sonradan başımıza gelecek tüm kötü şeyler için suçladığımız bir günah keçisi. Babam koltuğunun altındaki kuş kafesini yere koydu, ağacın dibine çömdü. Gidip yanına oturdum. Hayatım boyunca unutmayacağım bir Eylül gününde, babamla ilk defa bir yetişkin olarak konuşacaktım.

                                                                                    * * *

Boğazını temizledi, “Sen büyük adam olacaksın” dedi. 15 yıllık hayatımda benimle ilgili söylediği ilk iyi şeydi bu.
“Ben de senin gibiydim. Yanlış anlama, sen benden daha akıllısın! Göstermiyorsun ama iyi bir insansın da. Ben öyle değildim mesela... Hep bir kaçamak yol arardım. Okulda kurnazlık yapardım, nasıl kopya çekeceğimi düşünürdüm. İnsanları kandırırdım… Olduğum insanı sevmezdim, olmadığım gibi davranırdım. Senin gibi kendi kendime yetemezdim, beni sevsinler saysınlar diye başka türlü bir insan olurdum. Seviyormuş gibi yapardım… Anneni sevmiş miydim yoksa kendimi bile kandırdığım sihirli bir numara mıydı onu bile hatırlamıyorum. “
Bir süre durdu, konuşmadan kapıdan giren çocukları izledi. Bana döndü, gülümseyip iki avcunu gösterdi. Tüm numaralarını bilen biri olarak neyin geleceğini az çok tahmin edebiliyordum. İki avcunu da kapadı, bana doğru uzatıp birini seçmemi istedi. Başımla sağ elini işaret ettim. Önce sağ elini açtı, boştu. Sonra kapalı olan sol elini işaret etti; o da boştu. Güldü. Açıkta duran sol elini işaret etti, boş olan avcunda şimdi bir saat vardı.

                                                                                   * * *

Hiçbir şey dizilerdeki gibi olmadı; ama biz kendimizce mutlu olmanın yollarını bulduk. Dünyanın en önemli şeyini yapıyor olduğumuza kendimizi ikna etmeye çalışırken gözümüz başka bir şey görmedi, ihmal ettik birbirimizi. Ama elimize birbirimiz için bir şey yapabilme fırsatı geçtiğinde bunun için varımızı yoğumuzu ortaya koyacağımızdan asla şüphe duymadık. 
Daha kendimizi sevemeden başkalarını sevmeye çalıştık, her şeyi elimize yüzümüze bulaştırdık. Kurduğumuz çocukluk hayallerini kapının önüne koyduk, başkalarının dediklerini yaparak güzel evlerin fiyakalı kapılarını açma ayrıcalığını(!) kazandık. Gülmeyi, faniliğe karşı en büyük silahımız yaparak bunca zaman hayatta kalmayı başardık. Birazcık ‘tuhaf’, ‘değişik’ olmak popülerleşince her şey bizim için biraz daha kolay oldu.

                                                                                  * * *

Babam mı? Babam daha önce defalarca kez yaptığı ‘kaybolma’ numarasını yaptı. Şapkanın içindeki bir tavşan gibi yok olmaları ve beklenmedik anlarda ortaya çıkmaları ile meşhurdu. Kimi zaman aylarca o şapkanın içinde kaldığı olurdu. Lisenin ilk günü, bana o saati verdikten sonra kayboldu, bir daha da dönmedi.
Saat, ‘babamın gidişini 18 yıl geçiyor’du… Çocukluk alışkanlığı olarak arkada bir ses olsun diyerek televizyonu açtım, Netflix’te bir diziden diğerine zıplarken bir gençlik dizisinde durdum. Oturup birkaç bölüm izledikten sonra “Artık eskisi gibi gençlik dizileri yapılmıyor” diyerek kapattım. Geçmişe saplanıp kalmanın kimseye yararı yoktu, gelecek hala zırhını parlatan bir şövalye kadar havalıydı ama eskisi gibi iyi gençlik dizileri de yoktu şimdi, orada ben haklıydım.


25 Mayıs 2020 Pazartesi

Günler Haftalar Aylar





1
Bizi tanıyan son insan da öldüğünde, hiç yaşamamış mı olacağız? 

2
Balat’ta, günlerce bir pencerenin kenarında, eve döndüklerini müjdeleyecek bir kırlangıç arayan denizciler gibi gözünü gökyüzünden ayırmadan oturman unutulacak mı? Bir fındık tarlasının ortasında, her tarafın yara bere içindeyken elindeki sepeti bırakıp aileni düşünmen, hepsinin artık Karadeniz’in diğer tarafındaki bir fotoğraftan ibaret olduğunu hatırlayınca ağlamaya başlaman… Oğlunun düğünü, kızınla küsmen, bahçeni kimsenin giremeyeceği kadar büyük bir ormana çevirmen, yıllarca o ormanın dışına çıkmaman, omzunda büyüyen o el kadar çocuğun yarın seni omzunda taşıyacak olması… 
Hastane görevlisinin çay uzatır gibi önüme bıraktığı ölüm belgesine baktığımda, seninle ilgili bildiğim her şeyi bir kez daha kendi kendime tekrar ettim. 
Birileri seni görmeden de tanısın, tüm bunların yaşandığına şahitlik etsin diye.

3
Tüm kuzenler yıllar sonra tekrar aynı bahçedeydik. Biz sıkıcı yetişkinler olarak sessizce oturduk; ama çocukluklarımız ağaçların arasında koşturup, dalakları düşene kadar gülüp oynadılar. Yorulduklarında yerdeki sofraya oturdular, koca karpuzu üstlerine başlarına akıta akıta iştahla yediler. Bir an için bizimle göz göze geldiler, sanki büyümenin ne olduğunu anlamış gibi birden durgunlaşıverdiler. Sonra tekrar çocuk oldular, içeri gidip sabaha kadar atari oynadılar… 
İncir ağacının altında hiç durmadan tüm gece ağlamak istedim; ama nasıl yapıldığını bir türlü hatırlayamadım.

4
Gecenin köründe açık olan tek dükkanı bulup yaptırabildiğimiz kadar güveç yaptırdık. Usta ile böyle durumlarda alınacak güveç sayısından cenaze evlerinin sevilen garnitürlerine kadar geniş bir yelpazede hasbihal ettikten sonra eve gidip hiç tanımadığımız insanlarla güveç yiyip, memleketin ahvalini tartışmaya başladık. 
Çekyatın kenarında otururken kendi bilincini kazanmış bir film karakteri gibi bir anda irkildim; nerede olduğumu, oraya nasıl geldiğimi anlamlandıramıyordum. Panikle lavaboya koştum, elimi yüzümü yıkadım, gelip yine aynı yere oturdum. Üstüm başım su içinde, çekyatın kenarından insanları izledim… Eti yiyip közlenmiş biberi bırakıyorlardı. ”Biberleri de yiyin” diye bağırdım. Kafalarını kaldırıp baktılar, sonra tekrar etleri yemeye devam ettiler. 

5
Tüm cenaze işlemlerini o akşam kuzenle beraber ezber ettik. Sabah erkenden kalkıp Mezarlıklar Müdürlüğü’ne gittik. Çoktan ölmüş olduklarına yemin edebileceğim memurların ağzından laf almak için kırk takla atıp hazine haritalarına benzeyen eski püskü tapulara baktık. Mezarlığa gittik, eğer mezar yerini genişletmeyi düşünürsek faydalanabileceğimiz ‘o güne özel’ kampanya tekliflerini yerinde dinledik. Yakında aramızdan biri ölürse, bu teklifin çok işimize yarayacağını söyleyen görevliye teşekkür ederek müdürlüğe döndük. Cenaze aracının şoförü “Oradan bir tabut bir de kapak seçin” dedi. Hepsi birbirinin aynı yüzlerce tabutun olduğu dev bir deponun içinden ilk önümüze geleni ‘seçtik’. “Bu iyi”, dedik. “Bununla taşıyacağız büyükannemizi.” 

6
Amerikan romanlarının sonsuzmuş gibi gelen nehirleri boyunca araba sürdükten sonra hastaneye vardık. Morg girişinde duvarın dibine çökmüş insanların yanından geçtik, görevlinin işaret ettiği çekmeceyi açtık. “Tutun” dedi, birbirimizi baktık; başka çaremiz olmadığını anlayınca kefenin iki ucundan tutup yere indirdik. 
Ölümün ne demek olduğunu sevdiğin birine dokunarak öğrenmek kadar kötü bir şey yok. 

7
Gasilhanenin önünde kredi oranlarından, ev taksitlerinden ve diğer tüm sıkıcı yetişkin konularından bahsettiğimiz sırada, kızlardan oluşan kalabalık bir grup yanımıza yanaştı. Konuya “Başınız sağ olsun” diyerek giren ve sonradan bir İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen olduğunu öğreneceğimiz hanımefendi, sesindeki nezaketi bir an olsun kaybetmeden -eğer bizim de iznimiz olursa- çocukların cenaze yıkama işlemini yerinde gözlemlemek istediklerini, bunun eğitimlerine çok faydalı olacağını söyledi. Kuzenle önce birbirimize, sonra görevliye baktık. “Eğitim için geliyorlar arada…” cevabını alınca omuzlarımızı silktik, “Peki, girin madem”.
Öğrenciler, sanki hayatlarının en güzel okul gezisindelermiş gibi yüzlerinde güller açarak mevtanın yıkanacağı odaya girdiler.

8
Gözümün bir yerden ısırdığı, şimdi muhtemelen bambaşka insanlara dönüşmüş kişilerden oluşan cemaatin önünde küreği elime almış, çocukluğumun üstüne toprak atıyordum…  Büyümek böyle bir şey sanırım, hayatın mutlak evreleri olduğunu ve istesen de istemesen de tüm o evreleri yaşayacağını geç de olsa kabullenmek. 
Bir an için, tanıştığımız ve bir yerlerden tanışıyor gibi olduğumuz herkesi düşündüm. Hiçbir zaman yeterince vaktimiz olmamıştı… 
Vaktimiz olsaydı, her şeyi layıkıyla mahvederdim, böyle sürüncemede bırakmazdım.

9
Kuzenlerle bir sonraki cenazede buluşmak üzere vedalaştık. Ayağımı sürüye sürüye eve gittim, kapalı televizyonun ekranını izlerken boş bir hayat yaşayıp yaşamadığımı düşünmeye başladığım sırada telefon çaldı. Görüşmeyeli sesini unutmama yetecek kadar çok olan bir arkadaşım, baş sağlığı diledikten sonra anneannemin de bir parçası olduğu çocukluk anılarımızdan bahsetmeye başladı. 
İleride başımıza gelebilecek tüm güzel şeylere dair hayaller kurduğumuz, hayallerimizi kendimize yastık yapıp geceyi gündüz ettiğimiz günlerden konuştuk. Saatlerce konuştuktan sonra telefonu kapatmadan önce oluşan o malum sessizlik anında soluklandık. Yıllar boyunca, bunun için hiçbir sebep olmamasına rağmen birbirimizi arayıp sormayacaktık. Bu bir vedaydı ve bildiğim tüm cümleler içerisinden en değerlisini seçmem gerekiyordu:
Hatırladığın için sağ ol.

10
İnsanlar, sevdiklerini iyi hatırlamak ister. Bu yüzden ölenler, bir zaman sonra zihninizdeki iyi anılardan ibaret olurlar. Onların gerçekte hatırladığınız kadar iyi ve kusursuz olup olmadığı önemini yitirir. Bilmiyorum, belki hafızamın bir oyunudur, belki minnet borcunu ödeme isteğidir, belki de gerçeğin ta kendisidir… Ne olursa olsun, anlatmam gerekiyordu.  

11

Günler, haftalar, aylar geçecek… 
İyi rüzgar alan bir balkon köşesinde, neyi başarıp başaramadığımı umursamayan insanlarla birlikte gülüp eğleneceğim. Öyle ki, beni ilk defa görenler hayatımda hiç mutsuz olmadım sanacak.
Bir Yaz gününde, tüm aylaklığıma inat, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla ileride istediğim her şeyi başarabileceğime kendimi inandıracağım. Akşam güneşinin altında olur olmaz hikayeler uydurup hepsinin sonunu mutlu bağlayacağım.
Günler, haftalar, aylar geçecek… 
İstemeye istemeye yorganı kaldırıp da yeni insanlar tanıyacağım… Bazen -çok ama çok kısa bir an için- sonsuza dek birlikte olacakmışız hissine kapılacağız da sonra tüm tez canlı insanlar gibi biz de coşkumuzla birlikte zaman değirmeninde öğütülüp un ufak olacağız. Herkes gibi biz de unutacağız, unutulacağız.
Günler, haftalar, aylar geçecek… 
Ben kimse sıkılmasın diye sürekli bir şeyler anlatıp durmaya devam edeceğim. Gerçek olmadığını ilk cümlesinden anladığım hikayeler dinleyeceğim ama ses etmeyeceğim, birilerinin zeki olduklarına inanıp mutlu olmalarını sağlayacağım. Hep yaptığımı yapıp umurumda değilmiş gibi davranacağım.
Bazen işe gitmek istemeyeceğim, bazen eve dönmek... Bazen herkesten ve her şeyden nefret ederek uyanacağım, bazen kendimi dünyayı kurtarmayı hayal ederken bulacağım.
Günler, haftalar, aylar… Ne kadar zaman geçerse geçsin, ne yaşanırsa yaşansın sonunda birlikte geçirdiğimiz o çocukluk günlerini kendime yastık yapıp da uykuya dalacağım. “İyi uykular” diyeceğim, senden rol çalacağım.
İyi uykular anneanne. Sensiz geçen bu koca ahmak yetişkinliğim belki arada unutur ama çocukluğum seni asla unutmayacak.

31 Aralık 2018 Pazartesi

Yılın Son Partisi


Çimen daha bir yeşil,
Işık daha bir parlaktı.
Etrafın sevdiklerinle çevrildiğinde
Geceler masala çalardı.

-David Gilmour&Polly Samson-



Tüm story’lere tek tek bakıp, Youtube’un benim için uygun gördüğü envai çeşit videoyu boş gözlerle izledim. Yapmak için yaptığım şeyler tükenince, ihtiyatlı bir öfkeyle telefonu koltuğun en yumuşak köşesine doğru fırlattım. Derin bir nefes alıp 10’dan geriye doğru saydım; 0’da durdum. Doktorun söylediğinin aksine hiç de rahatlamamıştım, yılın sonunda elimde kalan tek şeyin koca bir 0 olduğunu bana hatırlatmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı.

Üç dört dakika kadar öylece oturup derdime yandıktan sonra ayağa kalktım, koridor boyunca bir kader mahkumu gibi düşük ve kahırlı bir tempoda volta attım. Yorulunca, koltukta mışıl mışıl yatmakta olan telefonumun yanına kıvrılıverdim. Yıl boyunca tanıştığım güzel hanımefendiler sağa doğru ilerleyen bir film şeridi- bir Tinder ekranı gibi gözümün önünden geçiverdiler. Hepsinin şahane insanlar olması çok can sıkıcıydı, insana hatanın kendisinde olduğunu düşündürüyordu.

Hep aynı şey oluyordu; Robert Plant ayarında bir ‘kaliteli serkeşlik’ ile parçaya giriyor, bir süre sonra vurdumduymazlığım tekniğimin önüne geçiyor ve şarkının kontrolünü kaybediyordum. İşte o zaman tüm foyam ortaya çıkıyor, birini sevmeyi beceremeyeceğim anlaşılıyordu.

Arkadaşlarım da durumun farkına varmış olacaklar, bir süredir kendilerini virüsün etki alanı dışında tutuyorlardı. Kıyamet sonrası filmlerinin ölü şehirlerinden birinde, tek kişilik devasa bir hapishanede kapana kısılıp kalmıştım.

Belki de sadece ağzım iyi laf yapıyordu ve bir miktar komiktim de işleri bu noktaya kadar idare edebildim… Bilmiyorum, belki de annem haklıdır; benim içimde hiçbir şey yoktur, bomboştur…

* * *

Telefonu elime aldım. Kayıp giden anlamsız işaretlere indirgediğim Facebook timeline’ında gezinirken gözüme bir şey takıldı. Mahallede yapılacak bir yılbaşı partisinden bahsediyordu. Parti duyurusu, kocaman bir “Yılın Son Partisi” yazısı ve alt taraflara iliştirilmiş küçücük bir adresten ibaretti...

İçten içe, her şeye biraz geç kaldığımı hissediyordum; ama yine de o partiye gidecektim.

* * *

Bir yıldır buralarda oturmama rağmen bu sokağa ilk gelişimdi. Telefondan adresi bir kez daha kontrol ettim, doğru yerdeydim. Kafamı kaldırıp, kentsel dönüşüm kapsamında yenilenmiş iki kazuletin arasına iliştirilmiş, geçmişe açılan bir portalı andıran eski ahşap binaya baktım. Tam o anda, büyülü tesadüflerin yaşandığı dandik Noel filmlerindeki gibi kar başladı. Bu ucuzluğa daha fazla dayanamayıp hemen zile bastım… Bir süre bekledikten sonra otomatiğin sesi duyuldu. Kapıyı açıp milyonlarca basamağı geride bıraktıktan sonra en üst kata ulaştım. Kapı aralıktı, hafifçe itip içeri girdim.

* * *

Çekingen adımlarla salona doğru yürürken, sadece gülümsemesine bakarak hiç ağlamadığına yemin edebileceğim bir kız koluma girdi ve beni balkona doğru sürükledi. İçerisi o kadar sıcaktı ki balkondan gelen soğuk hava, tatlı bir meltem etkisi yaratmaktan öteye geçemiyordu. Parti sahibi olduğunu tahmin ettiğim kız, “İyi seneler” diyerek bana sarıldıktan sonra kollarını açıp bir başka misafiri kucaklamaya gitti. İnsanların böylesine kötü bir dünyada bu kadar mutlu olabilmeleri beni her zaman için tedirgin etmiştir. Tam da bu yüzden, bunun bir saatten sonra, at maskesi takıp insan kurban edilen türde bir törene dönüşeceği fikrine giderek daha çok ısınmaktaydım.

Sonra bir şey oldu…

Hep gördüğüm bir rüya var… Hayatımın bir döneminde rastlaşmaktan mutluluk duyduğum insanlarla dolu bir evdeyiz. Balkonun güzel rüzgar alan bir köşesinde toplanıp başardığımız ve başaramadığımız ne varsa hepsinden arınmış bi şekilde, birbirimize hesapsızca gülümseyip aptalca şeylerden konuşuyoruz. Tam o sırada, birisi yanaşıyor. Üstünde tanrıça beyazı bir elbise var. Rüzgar kucağında afacan bir çocuk, çekiştiriveriyor saçlarını. Parmakları kulağının arkasında gezinip rüzgardan dağılan bir tutam saçı geriye doğru atarken, dikkati dağılıyor. Talih bu ya, gözleri gözlerime değiyor. Tam orada uyanıyorum.

Bu sefer öyle olmadı. Gözlerimin içine bakmaya devam etti. Kalan son canımla yanına gittim, “Seni tanıyorum” dedim. “Tanıdığını sanıyorsun!” deyip gülümsedi. “Yeni yıl dileğin ne?” dedi. “Şu an sadece seni düşünüyorum, sersem gibiyim…” diyemedim. “Bilmem…” dedim. “Belki tüm bunların bir anlamı olduğunu hissettirecek bir şey olur.” Gülümsedi, “Öyle bir şey olursa bana da anlat, neymiş bilmek isterim.” Aklıma gelen ilk şeyi söyledim, “Yeni tanıştığın birine bir çırpıda tüm hayatını anlatmak istediğin oluyor mu hiç?”   Bir süre öylece gökyüzüne baktı, sonra bana döndü ve “İnsan anlatmayı sevdikten sonra mutlaka anlatacak biri bulunur.” dedi. “Peki, tüm olasılıklar içerisinde en iyisinin bu olduğundan eminsen… Karşındakinin hikayeyi anlatman gereken o tek kişi olduğunu biliyorsan…” İç çektikten sonra lafa girdi, “Keşke bundan emin olmanın bir yolu olsa…” Devam etti, “Olmaz ya, benim o kişi olduğumu düşün bir an için…Beni bu balkonun dışında hiç gördün mü? Dünyanın diğer günlerinde ve saatlerinde de o kişi olmaya devam edeceğimi bilebilir misin? Hayat bizi istemediğimiz şeylere zorladığında, ezilip paramparça olduğumuzda, birbirimizin gözlerinin içine bakıp bu balkonda karşılaştığımız gün ne gördüysek yine aynısını görebilecek miyiz?”

Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim, bunu beklemiyordum. “Seneye aynı yerde, aynı soruya başka türlü bir yanıt verirsek sokağın sonundaki pastacıya gidelim, çok güzel limonlu cheesecake yapıyor.” Gülümseyip içeriye doğru yürüdü. Bir dakika kadar sonra kendimi toparlayıp peşinden gittim. Tüm odaları aradım ama onu bulamadım, sanki bir anda kayboluvermişti. Odanın birinde tek başına ağlayan genç bir adam gördüm. Yanına yaklaştım, “İyi misin?” dedim. Kafasını kaldırıp “15 sene oldu” dedi. Anlamadım, anlamama aldırmadan anlatmaya devam etti.

“Ancak büyük bir hevesle sözünü ederek dinlenebilir kıldığım tüm o saçmalıklar vardı ya, onları anlatmaktan hala vazgeçmedim. Sadece o değil, hiçbir şeyin sonunu getirememe konusundaki istikrarımı da koruyorum. Ne karanlıktan ne yükseklikten korkuyorum; ama olur da başımıza gelen tüm o şeylerle dalga geçemediğimiz o gün gelir, iş ciddiye biner diye hala ödüm kopuyor.”

Bana bakıp acı acı güldü.

“Gerçi o anlayamaz böyle şeyleri... Tatil sabahlarında izlediğimiz kovboy filmlerindeki süvariler gibiydi o, her zaman son anda yetişip herkesi kurtaracak gibi bir hali vardı. Ben öyle değilim, biliyor musun? Birinin nezaketinden yüz bulsam, anlatırım neyim var neyim yoksa; ama sonunu bir türlü bağlayamam. Bile isteye öyle yapıyorumdur belki de, bir çeşit ölüm korkusudur bu. Geçmişi düşünüp durmak da bununla alakalı olsa gerek; sabahlara kadar konuşup, gelecek hayallerimizi kendimize yastık yaptığımız günlerden medet ummak... Neyse, anlatacak çok şey var ama dinleyecek hiç kimse yok. Belki de sadece vakit öldürmek içindir hepsi... 'Çok uzatıyorsun' diyeceksin, haklısın. Affedersin. Söyleyeceklerimiz kalbimizden dilimize ulaşana kadar büyük badireler atlatıyorlar, bu yüzden kendimi tam olarak ifade edememiş olabilirim... Ama işte ne derler bilirsin: İnsan, anlattığı herkesi biraz özlüyor... Özlemek iyidir.”

Gözündeki iki damla yaşı sildi, hayatında son kez gülümsüyormuş gibi gülümsedi, elini omzuma koydu, “Tam 15 yıl…” dedi. Sonra da gitti…          
Bir an duraksadım, aklıma babam geldi. “15 yıl…” dedim, “Ne kadar da geçmemiş…”

Havai fişekler patlarken, yatağa doğru uzandım, herkesle birlikte 10’dan geriye doğru saydım…

…10…9…8…7…6…5…4…3…2…1…

 * * *

Uyanır uyanmaz saate baktım, neredeyse öğlen oluyordu. Hemen üstümü başımı toparladım, odadan çıkıp ev sahibini aradım; evde kimse yoktu. Kapıyı çarpıp çıktım. Apartmanın önüne indikten sonra durdum… Sokağın sonundaki pastacı… Sokağın sonundaki pastacıya gitmem lazımdı!

Özgürlüğüne koşan William Wallace gibi var gücümle koştum. Son nefesimi vermeden kendimi dükkandan içeri attım. Etrafa bakınırken garsonlardan birine gözüm takıldı. Bu, ev sahibinin ta kendisiydi! Elimi kaldırıp selam verdim. Yanıma geldi, “Bir şey mi istediniz?” dedi. Beni tanımamıştı. “Dün partide karşılaşmıştık, senin evde…” Söylediklerime anlam verememişti, “Benim evim mi?” dedi, dedikten sonra da hikayedeki boşluğu fark edip ekledi “Ha, orası benim evim değil.” Şaşkınlığımı atar atmaz lafa girdim, “İnsanları karşılarken görünce ben de sandım ki… Kimin evi peki?” Kız omzunu silkti, “Bilmem, senede bir kere, o da yılbaşı gecesinde kullanıldığını duydum. Galiba düzenli oturan kimse yok” İşler giderek karmaşık bir hal almadan sadede geldim, “Beyaz elbiseli, sarı saçlı, güzel bir kız vardı partide. Onu tanıyor musun?” Başını iki yana salladı, “Öyle birini görmedim.”

Kimin o partiye katılıp katılmadığı, katılanların hangisinin gerçek olup olmadığı gibi mavralar aklımı kurcalarken yoruldum, masalardan birine doğru yıkıldım… High Hopes çalıyordu… Eski ev sahibi, yeni garsona doğru dönüp aklıma ilk gelen şeyi söyledim.

“Bana bir cheesecake getirir misin? Limonlu olsun…”