1980’lerin sonuydu… Kendini
oyun dışı kalmış hisseden herkes gibi biz de gözlerimizi Seattle’da açmıştık. John
Hughes filmlerinden fırlamış karakterler gibiydik; büyüyünce, bir zamanlar nasıl umut dolu çocuklar
olduğumuzu unutmaktan korkuyorduk.
Akşam, önünden geçerken
açık olduğunu anlamanın mümkün olmadığı, mezarlık kadar sessiz bir balo
salonunda çalacaktık. Salon, Vahşi Batı’nın iskana yeni açıldığı zamanlara ait
köhne kulübelere benziyordu. Ayaklarımızı sürüye sürüye, her adımımızla
birlikte şu hayatta bir şeyleri yanlış yapıyor olabileceğimizden biraz daha
fazla şüphelenerek, salondan içeriye girdik.
En son giren M’yi de kapıyı usulca kapatması için tembihledik. Kapıyı
hızla çarpacak olursak binanın üzerimize çökebileceğinden korkuyorduk.
*
* *
Bir hafta öncesinde
Paris’teydik… Yine böyle intihara
meyilli bir binaydı, her an kendine bir şeyler yapacakmış gibi bir havası vardı.
Duvardaki küçük çatlaklar, bir akarsuyun kollarının havzasında toplanması gibi
bir noktadan sonra birbirleriyle birleşiyordu… Birleşme noktasına baktım, sanki
oraya dokunsam her şey yerle bir olacaktı…
Nefes alamıyordum, kimselerin
beni bulamayacağı su dolu bir varilin içine düşmüştüm. Kafamı o varilden
çıkarmaya fırsat bulur bulmaz tüm gücümle nefes aldım. Koca bir şehir
ciğerlerime doluverdi. Sadece Eiffel’in altında fotoğraf çektiren aşıklar değil,
şehrin hafızasında birinin aşkına konu olmuş ne varsa hepsi benim bir parçam
oluverdi. Sabah İnvalides’teki metro durağında gördüğüm kıvırcık saçlı kız
sanki bir kez daha yanımdan geçti, bir an için onu yakınımda; yakından da öte, kalbimin
derinliklerinde hissettim.
Trocadero’daki aptal
bir apartman dairesinde, iğne atsanız
yere düşmeyecek bir kalabalığın önünde çaldığımız o akşam, ne zaman içimi derin
bir keder kaplasa onun yüzünü gözümün önüne getirmeye çalıştım… Sahi, niye o
akşam o kadar üzüntülüydüm? Ne diye ikide bir “Bizim burada ne işimiz var?”
diye düşünüyordum? Sabah Eiffel’in merdivenlerinde de aynı şeyi düşünmüştüm…
Kıvırcık saçlı kız… Niye
öylece peşine takılıp gitmedim ki?
*
* *
Birileri hemen bir arama
kurtarma ekibi çağırmalıydı! Salon yıkılmak üzereydi; ama yıkılmasa dahi
içeride kurtarılmayı bekleyen bunca insan varken bu, her halükarda son derece
faydalı bir hamle olacaktı! M, işlerin iyi gitmediğini anlayıp hemen kendini
sahneye attı, bateriye geçti, çubukları birbirine vurdu ve biz nasıl olduğunu
bile anlamadan prova başladı. Zaten bir süre daha hiçbir şey yapmadan durmaya
devam etseydik, salon yıkılmasa bile biz, hevesi pamuk ipliğine bağlı insanlar, dinamitle
patlatılan binalar gibi kendi üzerimize çöküverecektik.
*
* *
Balo salonundaki konser
ve sonrasında M’nin odasına çekilip, sonradan hatırlanmayacak kadar önemsiz
otelin tekinde kendini vurması… Bunlarla ilgili ne zaman bir şeyler
hatırlayacak gibi olsam aklıma birlikte geçiremediğimiz günler geliyor. Sonra o
günlere dair hayaller kurmaya başlıyorum. Kimi günler gün içinde kendi yaşadığım
gerçekliği bu hayallere kurban ettiğim oluyor; öğle
aralarında, bazen işte bilgisayar ekranına bakarken ya da akşam son metroyla
eve dönerken… M, bizim çocukları toplamış; yüzünde her şeyin güzel olacağını
anlatan bir gülümseme var yine. Cobain’i arıyor, “Çocuklarla toplandık, sen de
gel, yalnızken kafanda kuruyorsun!” diyor. Cobain, gülümseyip gelemeyeceğini
söylüyor. Washington’a dönmüş, ünlü olmaktan vazgeçmiş, orada mutlu bir hayat
yaşıyormuş. Gelemediğine ilk kez seviniyoruz. Layne Staley Alice in Chains’te
söylemeye devam ediyor, turnedelermiş. “Olmasam da gelmezdim, akşam maç var”
diyor. R.E.M, Vedder, Cornell gelmeye çalışacaklarını söylüyorlar. Sonra M,
bana dönüyor ve “Rockçılara güven olmuyor… Zeppelin hariç ama!” diyor! Sonra da
John Dunham’ın dünyanın en iyi davulcusu olduğu ile ilgili bir şeyler anlatıyor
ve bunu yine sanki dünyanın en önemli meselesinden bahsediyormuş gibi yapıyor.
Onu ve sabahlara kadar
konuşup, gelecek hayallerimizi kendimize yastık yaptığımız o günleri çok
özlüyorum…
O zamanlar aptallıklarına doymayan, hayalperest iki küçük çocuktuk… M,
bazı akşamlar bize gelirdi, verandada oturup saatlerce müzik hakkında
konuşurduk. İflah olmaz bir John Bonham hayranıydı. O zamanlar da sürekli Led
Zeppelin tişörtleri giyer, “John Bonham dünyanın en iyi davulcusuydu!” deyip
dururdu. Saatlerce sadece ikimizin anlayabileceğini düşündüğümüz şeylerden
konuşurduk da sonunda konu hep bir şekilde Led Zeppelin’e gelirdi. Yine öyle
oldu…
Bugün, eski
fotoğraflara bakıyordum… Seattle'a gidip her şeyi mahvetmeden bir hafta önce, o
Paris’teki ev partisinde çektirmiştik. M.’in üzerinde "Bonzo" yazan bir tişört
vardı. Onu görünce o günle ilgili anılar
zihnimde tekrar canlanmaya başladı. Zaten bu yazıyı da o yüzden yazıyorum sana...
Bu arada yıllardır hiç konuşmadık, umarım iyisindir… Ben… Neyse, Paris’ten
bahsediyordum… O gün, partiden birkaç saat evvel M.’i balkonda tek başına,
düşünceli bir şekilde manzarayı izlerken yakalamıştım. Beni görünce gülümsemişti... Onu o durumda gülümsemek zorunda bıraktığım için üzgünüm… M'i hiç bu kadar
hüzünlü görmemiştim. Yanına geldiğimde neyi olduğunu sordum. “Bazen gün sadece
geçer… Başka hiçbir şey olmaz, sadece geçer... Bu çok da kötü bir şey değil...”
dedi. Aşağıya baktıktan sonra devam etti, “Başlamak için çok yorgunum... Babamın haklı çıkması hiç hoş
olmayacak…”
M.’in babasıyla arası
iyi değildi, babası hayatını bir hiç uğruna harcadığını düşünürdü. Bu doğru
değildi… Hiçbirimiz başaramadık ama inan, bir hiç uğruna değildi...
Bazı şeylerin önüne
geçilemiyor… Orada doğmasaydık, siz M. ile tanışmasaydınız, biz müziği bu kadar
sevmeseydik, ben o kıvırcık saçlı kızın peşinden gitseydim, bu tamamen başka bir hikaye olsaydı ve yazarı ben değil de bir başkası
olsaydı… Yine de mutlu olmayı beceremeyecekmişiz gibi geliyor… Neyse, biraz
uzattım, üzücü şeyler hakkında konuşurken çenem düşüyor… Bu arada neredeyse
unutuyordum, bu hafta sonu Paris’te olacağım. Eğer gelirsen eski günlerden
konuşuruz, şu sıralar hep o günleri düşünüyorum. Umarım gelirsin, konuşacak
birine o kadar ihtiyacım var ki…
Bir şey daha (bu son,
söz!)… Paris’teki partinin de Seattle’daki konserin de son şarkısı senin içindi! (Evet, Led Zeppelin!) M.’nin en sevdiği şarkıydı ve en sevdiği insana armağan edilmişti…
Seni ve M'i her zaman bir kardeş kadar yakın görmüş, eski dostunuz Henry.