Sevgi, bir tümör ve hayata gözlerimizi açtığımız andan
itibaren bizi içten içe yeyip bitiriyor.
***
Şu an Dünya’dan 445 km uzakta, Uluslararası Uzay İstasyonu’nun
her biri mini bir Boeing 747’yi andıran o ruhsuz yatak odalarından birindeyim.
İsa’dan 2023, Vostok uzay aracının Yuri Gagarin’i bu adı batasıca dünyadan kurtarmasından
tam 62 yıl sonra, ne dönülecek bir ev ne de uğruna ölünecek birinin kaldığı kıyamet
ertesi zamanlarda yaşıyorum. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de her gece tüm
sevdiklerimi kaybettiğim kabuslar görüyorum; sanki çoktan ölmüş olmaları bir an
olsun aklımdan çıkıyormuş gibi…
Zaman, son birkaç yıldır lüzumsuz bir merhamet içerisinde, tüm
kışkırtmalarıma rağmen beni öldürmeye bir türlü yanaşmıyor. Bilmiyor herhalde, burada
yaşama dair tek bir iz bile kalmadı. Bir tek, çoktan ellerimizin arasından
kayıp gitmiş o eski, sararmış günler, başka da bir şey yok. Ölüm bile unutuldu
da sonu gelmez gecelerde kendimize yastık yaptığımız o gözü kör olasıca hatıralar,
onlar bir türlü defolup gidemediler!
***
Hep bir astronot olmak istemiştim; oldum da. Askeri liseye
girerken yapılan testlerden birinde son derece nadir görülen nöropsikolojik bir
rahatsızlığım olduğu ortaya çıktı; otobiyografik belleğimdeki anomali yüzünden
geçmişime yönelik hiçbir deneyimi ve olayı unutamıyordum.
Bu, bir zamanlar beni ayrıcalıklı kılan genetik bozukluk
şimdi tarifsiz acılar içinde yaşamama neden olan amansız bir hastalığa dönüştü.
Artık kimse o ‘ismi lazım değil’
hastalıkları düşünmüyor. Ölüm, korkulacak bir şey olmaktan çıkalı çok uzun
zaman oldu. Unutulmuş bir film yıldızı gibi köşesine çekilmiş, eski ihtişamlı
günlerinin hayali ile avunuyor. Biliyor ki artık ondan çok daha korkutucu bir
şey var:
Hatırlamak.
***
Hatırlıyorum…
Dev bir volkan patladı, külleri tüm kıtayı zehirledi,
sıcaklıklar düştü, dünya yaşanmaz bir yere dönüştü ve sevdiğimiz herkes bir
hatıranın içine hapsolup gitti.
Hikayemiz böyle anlatılacak ama işin aslı, biz çok daha eski
zamanlarda ölmüştük, sadece bunun farkında değildik. İçimizde
yeşerttiğimiz gelecek hayallerimizin çürümüş kabuklarıydık biz. Gülüp
eğleniyor, her şeye rağmen hayat dolu olduğumuzu birbirimize ispatlamaya
çalışıyorduk; sanki birbirimize düşman olmamışız, savaşlarla dünyayı çoktan
öldürmemişiz gibi. Sanki yaşıyormuşuz gibi...
***
Hatırlıyorum…
Babam, futbol antrenörüydü. Buna rağmen futbolu hiçbir zaman
bir iş olarak görmedi. Futbol, onun dünyaya geliş amacıydı.
Bazen tribündeyken maçı izlemeyi bırakıp babamı seyrederdim. Bu
dünyada hiçbir şeyin babamı saha kenarında olmak kadar mutlu edemeyeceğini
öğrendiğimde on beş yaşındaydım. O akşam eve gittim, odamda sabaha kadar babamı,
kendimi ve dünyadaki tüm mutsuz babalar ile gizli yetimleri düşündüm… Bir sürü
masal uydurdum, hepsinin sonunu mutlu bağladım.
Bir başka gün-aslına bakarsanız tam olarak Temmuz’un 27’si- koşa
koşa kulübe, babamın yanına gittim. “Ben aşık oldum” dedim. Güldü, “Bu konuda
ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. “Şiir yazarım herhalde…” deyip omuzlarımı
silktim. “Bir yerde duymuştum…” dedi, “kalbimizin en ücra köşelerinde bile, tüm
basılı kitaplarda olandan daha fazla aşk varmış.” Babama bakıp manasızca gülümsedim…
Anlamadığımdan korktu, “Uzun uzun anlatma, hissetmesini sağla...” deyip başımı
okşadı. Sonra gülümsedi; oğlunu seven tüm babalar gibi o da tüm üzüntüsünü dudaklarının
kenarındaki o merhametli çizgilerin arasına gizliyordu.
Birkaç ay içerisinde, kız beni terk edip yazmaya istidadı
olmamasına rağmen yazmakta ısrar eden kötü bir şaire dönüşmemi sağlayacak;
babam geçmiş zamanlara ait, ailece geçirilecek kadar güzel bir yaz gününde,
kimseciklere fark ettirmeden, derin bir uykuya düşecek ve bir daha da
kalkmayacaktı… Yine de zaman o yazı düşünecek olsam babamın merhamet dolu gülümsemesi
ve bu dünyada birini sevmenin nasıl da yaşam dolu bir şey olduğundan başka hatırlamaya
değer bir şey bulamıyorum. “Gerisi, hastalığın yüzünden hatırlamak zorunda
olduğun birtakım önemsiz meseleler işte, boş ver onları…” diyorum, “…Sevdiğin
insanların sana nasıl hissettirdiğini hatırla, yeter.”
***
Hatırlıyorum…
O kadar uzunca bir süredir birini sevmenin büyük bir
budalalık olduğuna kendimi inandırmıştım ki ona aşık olduğumu kabullenmem haftalarımı
almıştı. Oysa tüm hikaye o ilk “merhaba”da nihayete erivermişti. Buna rağmen
sonrasında gelecek tüm mutluluklar ve mutsuzluklara dair çocuksu bir heyecan besliyordum.
Hatta hayatımda ilk defa dünya, gözüme uğruna yaşanılacak bir yer gibi
görünüyordu.
Gainsburg dinler, Truffaut sever ve bir gün Paris’ten
başlayıp tüm dünyayı dolaşmayı hayal ederdi. Rengarenk elbiseler giyerdi,
üzerinde güneşe selam duran çiçekler... Hep Güney Fransa’da, lavanta bahçelerinde
koşturan küçük bir kız olarak kalacak, hiç yaşlanmayacak, hiç ağlamayacak gibi
bir hali vardı. Yaptığı her şeyi o an aklına gelivermiş gibi yapardı; sorgusuz
sualsiz, kalbinden nasıl geçiyorsa öyle. Hayat, bile onun yanındayken tüm
acılarını unutur, kendini hayat dolu hissederdi. Hatta inanır mısınız, kötü bir
şaka olduğunu bile unuttuğu olurdu. O güldüğünde dünyanın dengesi değişirdi, gülmek
için sonunda gerçek bir sebebiniz olduğunu hissederdiniz.
Sonra ne mi oldu? Neden bilmiyorum, belki de her şey bir
süreliğine-bir ömürlüğüne- kötü gitmek zorundaydı. O yüzden çekti gitti
buralardan. Belki de dünyanın ölmek üzere olduğunu fark etmiştir, bazı
insanların önsezileri daha güçlü oluyor. Ne yaparsak yapalım sonunda mutlu
olmak için bir yol bulamayacağımızı biliyordu belki de.
Belki de… Ne bileyim…
***
Bugün Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki 2000.günüm. Her şey
yok olduktan sonra ilk kez bir şeyler yazıyorum. Dünyada hayat var mı, varsa da
üzerine konuşulmaya değer mi, bilmiyorum… Bildiğim tek şey, ona dair her şeyi çok özlediğim.
Tüm hayatım boyunca bu dünyadan kurtulmanın bir yolunu
aradım, astronot olup yüzlerce kilometre uzağa gittim. Bildiğimiz dünyanın sonu
geldiğinde içimi büyük bir huzur kapladı, sanki hayatım boyunca bir türlü
çaresini bulamadığım o kalp kırıklığından kurtulmuş gibi hissettim.
Sonra… Sonra hatıralar geldiler… Geçmişi kendime yastık
yaptığım karanlık gecelerde, gözlerim açıkken gördüğüm alacalı düşlerde, aldığım
her nefeste giderek şimdiki zamanın bir parçası oluverdiler.
2000 günün sonunda ancak anlayabiliyorum ki dünyaya duyduğum
tüm nefret, karşılıksız bir aşktan ibaretmiş. Benim için daha iyisini
yapabileceğine ama bunu yapmak istemediğine, her şeyin daha güzel olması elinde
olmasına rağmen beni bundan mahrum bıraktığına inanmışım. Ondanmış bu nefretim.
Şimdi istasyondaki odamın camından sevdiğimin mezarlığına
bakıyorum, öyle ölü, öyle güzel ki… Heba ettiğimiz günlere yanıyorum… Babamla,
annemle ve sevdiğim diğer tüm insanlarla… Dünyada hala hayat olduğu zamanlara...
Nasıl yapılır bilmiyorum ama alışmaya
çalışıyorum yokluğuna. Kendi kendime tekrarlıyorum:
Dünya yok artık… Dünya yok artık… Dünya…
Keşke yanımda olsaydın.