14 Kasım 2015 Cumartesi

Dünya Yok Artık


Sevgi, bir tümör ve hayata gözlerimizi açtığımız andan itibaren bizi içten içe yeyip bitiriyor.

***

Şu an Dünya’dan 445 km uzakta, Uluslararası Uzay İstasyonu’nun her biri mini bir Boeing 747’yi andıran o ruhsuz yatak odalarından birindeyim. İsa’dan 2023, Vostok uzay aracının Yuri Gagarin’i bu adı batasıca dünyadan kurtarmasından tam 62 yıl sonra, ne dönülecek bir ev ne de uğruna ölünecek birinin kaldığı kıyamet ertesi zamanlarda yaşıyorum. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de her gece tüm sevdiklerimi kaybettiğim kabuslar görüyorum; sanki çoktan ölmüş olmaları bir an olsun aklımdan çıkıyormuş gibi…

Zaman, son birkaç yıldır lüzumsuz bir merhamet içerisinde, tüm kışkırtmalarıma rağmen beni öldürmeye bir türlü yanaşmıyor. Bilmiyor herhalde, burada yaşama dair tek bir iz bile kalmadı. Bir tek, çoktan ellerimizin arasından kayıp gitmiş o eski, sararmış günler, başka da bir şey yok. Ölüm bile unutuldu da sonu gelmez gecelerde kendimize yastık yaptığımız o gözü kör olasıca hatıralar, onlar bir türlü defolup gidemediler!

***

Hep bir astronot olmak istemiştim; oldum da. Askeri liseye girerken yapılan testlerden birinde son derece nadir görülen nöropsikolojik bir rahatsızlığım olduğu ortaya çıktı; otobiyografik belleğimdeki anomali yüzünden geçmişime yönelik hiçbir deneyimi ve olayı unutamıyordum.

Bu, bir zamanlar beni ayrıcalıklı kılan genetik bozukluk şimdi tarifsiz acılar içinde yaşamama neden olan amansız bir hastalığa dönüştü.  Artık kimse o ‘ismi lazım değil’ hastalıkları düşünmüyor. Ölüm, korkulacak bir şey olmaktan çıkalı çok uzun zaman oldu. Unutulmuş bir film yıldızı gibi köşesine çekilmiş, eski ihtişamlı günlerinin hayali ile avunuyor. Biliyor ki artık ondan çok daha korkutucu bir şey var:

Hatırlamak.

***

Hatırlıyorum…

Dev bir volkan patladı, külleri tüm kıtayı zehirledi, sıcaklıklar düştü, dünya yaşanmaz bir yere dönüştü ve sevdiğimiz herkes bir hatıranın içine hapsolup gitti.

Hikayemiz böyle anlatılacak ama işin aslı, biz çok daha eski zamanlarda ölmüştük, sadece bunun farkında değildik. İçimizde yeşerttiğimiz gelecek hayallerimizin çürümüş kabuklarıydık biz. Gülüp eğleniyor, her şeye rağmen hayat dolu olduğumuzu birbirimize ispatlamaya çalışıyorduk; sanki birbirimize düşman olmamışız, savaşlarla dünyayı çoktan öldürmemişiz gibi. Sanki yaşıyormuşuz gibi...

***
Hatırlıyorum…

Babam, futbol antrenörüydü. Buna rağmen futbolu hiçbir zaman bir iş olarak görmedi. Futbol, onun dünyaya geliş amacıydı.

Bazen tribündeyken maçı izlemeyi bırakıp babamı seyrederdim. Bu dünyada hiçbir şeyin babamı saha kenarında olmak kadar mutlu edemeyeceğini öğrendiğimde on beş yaşındaydım. O akşam eve gittim, odamda sabaha kadar babamı, kendimi ve dünyadaki tüm mutsuz babalar ile gizli yetimleri düşündüm… Bir sürü masal uydurdum, hepsinin sonunu mutlu bağladım.

Bir başka gün-aslına bakarsanız tam olarak Temmuz’un 27’si- koşa koşa kulübe, babamın yanına gittim. “Ben aşık oldum” dedim. Güldü, “Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. “Şiir yazarım herhalde…” deyip omuzlarımı silktim. “Bir yerde duymuştum…” dedi, “kalbimizin en ücra köşelerinde bile, tüm basılı kitaplarda olandan daha fazla aşk varmış.” Babama bakıp manasızca gülümsedim… Anlamadığımdan korktu, “Uzun uzun anlatma, hissetmesini sağla...” deyip başımı okşadı. Sonra gülümsedi; oğlunu seven tüm babalar gibi o da tüm üzüntüsünü dudaklarının kenarındaki o merhametli çizgilerin arasına gizliyordu.

Birkaç ay içerisinde, kız beni terk edip yazmaya istidadı olmamasına rağmen yazmakta ısrar eden kötü bir şaire dönüşmemi sağlayacak; babam geçmiş zamanlara ait, ailece geçirilecek kadar güzel bir yaz gününde, kimseciklere fark ettirmeden, derin bir uykuya düşecek ve bir daha da kalkmayacaktı… Yine de zaman o yazı düşünecek olsam babamın merhamet dolu gülümsemesi ve bu dünyada birini sevmenin nasıl da yaşam dolu bir şey olduğundan başka hatırlamaya değer bir şey bulamıyorum. “Gerisi, hastalığın yüzünden hatırlamak zorunda olduğun birtakım önemsiz meseleler işte, boş ver onları…” diyorum, “…Sevdiğin insanların sana nasıl hissettirdiğini hatırla, yeter.”

***
Hatırlıyorum…

O kadar uzunca bir süredir birini sevmenin büyük bir budalalık olduğuna kendimi inandırmıştım ki ona aşık olduğumu kabullenmem haftalarımı almıştı. Oysa tüm hikaye o ilk “merhaba”da nihayete erivermişti. Buna rağmen sonrasında gelecek tüm mutluluklar ve mutsuzluklara dair çocuksu bir heyecan besliyordum. Hatta hayatımda ilk defa dünya, gözüme uğruna yaşanılacak bir yer gibi görünüyordu.

Gainsburg dinler, Truffaut sever ve bir gün Paris’ten başlayıp tüm dünyayı dolaşmayı hayal ederdi. Rengarenk elbiseler giyerdi, üzerinde güneşe selam duran çiçekler... Hep Güney Fransa’da, lavanta bahçelerinde koşturan küçük bir kız olarak kalacak, hiç yaşlanmayacak, hiç ağlamayacak gibi bir hali vardı. Yaptığı her şeyi o an aklına gelivermiş gibi yapardı; sorgusuz sualsiz, kalbinden nasıl geçiyorsa öyle. Hayat, bile onun yanındayken tüm acılarını unutur, kendini hayat dolu hissederdi. Hatta inanır mısınız, kötü bir şaka olduğunu bile unuttuğu olurdu. O güldüğünde dünyanın dengesi değişirdi, gülmek için sonunda gerçek bir sebebiniz olduğunu hissederdiniz.

Sonra ne mi oldu? Neden bilmiyorum, belki de her şey bir süreliğine-bir ömürlüğüne- kötü gitmek zorundaydı. O yüzden çekti gitti buralardan. Belki de dünyanın ölmek üzere olduğunu fark etmiştir, bazı insanların önsezileri daha güçlü oluyor. Ne yaparsak yapalım sonunda mutlu olmak için bir yol bulamayacağımızı biliyordu belki de.

Belki de… Ne bileyim…

***

Bugün Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki 2000.günüm. Her şey yok olduktan sonra ilk kez bir şeyler yazıyorum. Dünyada hayat var mı, varsa da üzerine konuşulmaya değer mi, bilmiyorum…  Bildiğim tek şey,  ona dair her şeyi çok özlediğim.

Tüm hayatım boyunca bu dünyadan kurtulmanın bir yolunu aradım, astronot olup yüzlerce kilometre uzağa gittim. Bildiğimiz dünyanın sonu geldiğinde içimi büyük bir huzur kapladı, sanki hayatım boyunca bir türlü çaresini bulamadığım o kalp kırıklığından kurtulmuş gibi hissettim.

Sonra… Sonra hatıralar geldiler… Geçmişi kendime yastık yaptığım karanlık gecelerde, gözlerim açıkken gördüğüm alacalı düşlerde, aldığım her nefeste giderek şimdiki zamanın bir parçası oluverdiler.

2000 günün sonunda ancak anlayabiliyorum ki dünyaya duyduğum tüm nefret, karşılıksız bir aşktan ibaretmiş. Benim için daha iyisini yapabileceğine ama bunu yapmak istemediğine, her şeyin daha güzel olması elinde olmasına rağmen beni bundan mahrum bıraktığına inanmışım. Ondanmış bu nefretim.

Şimdi istasyondaki odamın camından sevdiğimin mezarlığına bakıyorum, öyle ölü, öyle güzel ki… Heba ettiğimiz günlere yanıyorum… Babamla, annemle ve sevdiğim diğer tüm insanlarla… Dünyada hala hayat olduğu zamanlara...

Nasıl yapılır bilmiyorum ama alışmaya çalışıyorum yokluğuna. Kendi kendime tekrarlıyorum:

Dünya yok artık… Dünya yok artık… Dünya…  

Keşke yanımda olsaydın.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder