Bazı günler, dünyanın hala yok olmamış olmasının büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum.
Saat sabahın körü; kaç, hiç bilmiyorum… Perdenin kenarındaki aralıktan odamın içine- tıpkı bir Çehov hikayesinin başlangıç tasvirlerindeki gibi- süzülen Güneş, ışıltılı mızraklarını üzerime doğrultmuş, “Kalk hadi, yeter manda gibi yattığın” diyerek beni yeni bir güne davet ediyor. Aslında davet etmiyor, cebir uygulayarak beni tek sadık yârim olan yatağımdan koparmaya çalışıyor.
Sevgili ışık kaynağımız, seni anlıyorum, sen de görevini yapıyorsun. Ama inan ki bunlar senin anlayabileceğin meseleler değil! Uyku, bir insanın en büyük aşkıdır. Şimdi lütfen beni sevgilimle yalnız bırakır mısın?
Güneş laftan anlamıyor, mercekle karınca yakan zalim çocuklar gibi beni insanlığa aykırı faaliyetlerinin odağı haline getirmeye devam ediyor. Kendisine bu gökkubbe altında yaşayan tüm karanlık düşkünü insanlar adına okkalı bir küfür ediyor ve dilim döndüğü ölçüde o yokken hayatımın çok daha güzel olduğunu bir gök cismine anlatır gibi, tane tane izah ediyorum. Bunu bir insana söylesen çoktan seni terk etmiş, çocukların velayetini de alıp şehir değiştirmiş, seni çocuklarının beysbol maçlarını kaçıran hayırsız bir babaya dönüştürmüştü. Olması gereken de buydu zaten. Ama işte Güneş, içinde fırtınalar kopan delişmen bir gök cismi olarak hiç halden anlamıyordu!
* * *
Bugün bayram olduğuna göre rutin meymenetsizliğimi dolaba kaldırmalıydım Dans ederek dolabın önüne geldim, üzerime giymek için gayya kuyusunu andıran dolabımın içini dışına çıkardıktan sonra en uyumsuz kıyafetleri bulup aynanın karşısına geçtim. Şu halimle elbiselerini gardıroptan çıkardıktan sonra onlarla vals yapan tuhaf kızlara benziyordum. Allah’ım ne kadar da mesudum!
Sonra merdivenlerden aşağıya… Şaka şaka, sadece dizilerde tüm evler iki katlıdır. Benimkisi düz bir apartman dairesi, dikey olarak hiçbir numarası yok. O yüzden yatayda ilerleyip salona geçtim. Salondaki büyükanne sandalyeme oturup, bir yandan ileri geri sallanırken bir yandan da bayramda neler yaşayacağıma dair küçük, tatlı bir flashforward yaşadım…
* * *
İstikamet -her zamanki gibi- büyükanne evleri… Her gittiğinizde önceden nasıl bıraktıysanız öyle bulduğunuz, zamandan münezzeh yapılar; ölümsüzlük pınarları, zamansızlık vadileri, kayıp eşya büroları… Bıraktığınız eşyaları yıllar sonra tam da bıraktığınız yerde bulabildiğiniz, zamana meydan okuyan bu nostalji yuvalarına ilk adımınızı attığınızda artık bayram ziyaretiniz resmen başlamış demektir.
Eve girdikten sonra ikinci aşamaya geçilir; olağan şüpheliler gibi dizilip gergin bekleyişin son bulmasını beklemek. Bu aşamada senden beklenen, konuşma sırası sana geldiğinde usturuplu, şaibeye mahal vermeyen, net cevaplar vermendir. İşte ben, tam o noktada statükoya isyan edip kendimi Fransızca rap yaparak ifade etmek istiyorum; ama yapamıyorum. Sonuçta yaşlı başlı insanlar, tansiyon kalp, her türlü hastalık var bunlarda.
Girizgahın ardından sıra artık klasikleşmiş sorulara gelir.
“Naber, ne yapıyorsun?”
Dünyayı ele geçirme planları yapıyorum. Çok karakteristik bir gülüşüm var, evde düzenli olarak kötü kötü gülme provası yapıyorum. Şu an için her şey yolunda gidiyor. Eğer ileride karanlıkların lordu falan olursam dünyayı güzelleştirmeye önce çevremden başlayacağım, ayvayı yediniz!
“Okul bitti mi okul?”
İşte bir kabası kaldı, yakında teslime hazır hale gelir. Bir sil, temizle çiçek gibi olur vallaha… Evet, bitiremedim.
“Kız var mı kız?”
Var, kışlıkların arasında saklıyorum, zamanı gelince çıkartacağım! “Hayır” desem birbirinize sarılıp ağlayacakmış gibi bir haliniz var, o yüzden şu an bir şey de diyemiyorum… Ya aslına bakarsanız var; ama onun bundan haberi yok. Gelecek on yıl içinde haber vermeyi düşünüyorum. O sırada muhtemelen çoğunuz da ölmüş olur. Evet, bu biraz acımasızcaydı ama hayat da öyle… Bu arada evet, kız arkadaşım yok.
“İş güç, var mı bir şeyler?”
Apple’a ortak oldum ama Jobs sonrası dönemde biraz kayıplarımız oldu, inşallah tekrardan toparlayabilirsek Tekirdağ’dan bir yazlık almayı düşünüyorum.
Soruların bitmesi ritüelin tamamlandığı anlamına gelmiyor. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” demişsin bir kere, mecburen bütün akrabalarla tekrar tekrar tanışacaksın. Tabii burada katalizör görevi gören sevecen bir teyze lazım, yoksa sessizlik içinde kaybolup gidebiliriz.
* * *
Katalizör teyze görevini çok iyi yapmıştı… Sonunda bir fırsatını bulup nefes almak için kendimi balkona atıverdim. Bir sonraki basamak olan kendimi balkondan aşağı atmayı düşünüyorken küçük bir çocuk yanıma sokuldu. Yalnız kalmak istiyordum, tersleyince gider diye düşünüp hemen lafa girdim.
“Napıyon lan?”
“Yoğunum”
“Nasıl yoğunsun?”
“Okul öncesi eğitim tam bir arena… Bir kurtlar sofrası… Herkes senin düşmeni bekliyor… Sen ne yapıyorsun?”
“Hiç, düşünüyorum”
“Çok kafana takmayacaksın bazı şeyleri. Ben son birkaç senedir uykusuzluk çekiyorum, düşünceden hep.”
“Ne diyorsun oğlum sen?”
“Seni hayata bağlayacak bir şeyler bul. Çok da zor bir şey değil, sadece biraz çaba göstermelisin”
“Hadi lan oradan!”
Balkonun kapısından çıkarken arkamdan bağırdı.
“Yaşlılara da iyi davran, sen de yaşlanıyorsun!”
Çocuklardan nefret ediyorum!
* * *
Sandalye durdu… Bunları düşündüğüm birkaç dakika boyunca yaşlandığımı, daha doğrusu üzerime bir olgunluk çöktüğünü hissediyordum. Artık bir sallanan sandalyenin hakkını verebilirdim…
Evden çıkmadan evvel aynaya baktım. “Gevşek herif, biraz kendini toparla, böyle olmaz…” gibisinden bir şeyler geveledikten sonra kapıya doğru yöneldim. Kapıyı açtıktan sonra birkaç saniye duraksadım. O birkaç saniye içinde yatağa dönüp bütün gün uyuma fikrine karşı destansı bir zafer elde ettim. Kapıyı çarpıp çıktım. Oysa birazcık daha uyuyabilirdim.
Supersin!
YanıtlaSilDans ederek dolabın önüne gelmeni çok başarılı buldum.
YanıtlaSilBazen böyle küçük tatlı çılgınlıklarım oluyor.
YanıtlaSil