“Tüm felaketleri başımıza toplayacaksın,
sus artık” diyorum; susmuyor. Kulaklarımı kapıyorum… Gözlerimi kapıyorum…
Ağzımı kapıyorum… Susmuyor! Uyanıyorum susmuyor, uyuyorum susmuyor. Doğuyorum
ve ölüyorum... Yine susmuyor!
Birazcık sessiz olabilir misin? Burada
yaşamaya çalışıyoruz!
* * *
Sabah yataktan kalktığım gibi
sahile inip iskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum. Akşama kadar sahilden geçen mutlu aileleri izledim. Akşam olunca eve gidip maç özetlerine baktım.
Ertesi sabah kalkıp tekrar iskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum ve her
zaman olduğu gibi yine tuttuğum tüm balıkları denize bıraktım. Ve günden güne
değişmeyen birkaç önemsiz şey daha…
Tam 93 gün boyunca her şey muntazam
bir beyhudelik içinde öylece sürüp gitti. 94.gün, yazın sona günü, sabah
erkenden kalkıp bakkala gittim. Alışveriş yapmaktan hiç anlamadığımdan peynir
reyonunun önüne geldiğimde çamaşır makinesini izleyen küçük bir çocuk gibi
mıhlanıp kaldım. Halimi gören bakkal yanıma geldi, “Peynir mi alacaksın?” diyerek
olayı benim açımdan kolaylaştırmaya çalıştı. O an “Hayır, kız kardeşime çeyiz
bakıyorum” demek istedim ama onun yerine “Evet, peynir alacağım” dedim. Durdu… Düşündü. . . Sanki bir an için
bakkallık yapmadığı önceki hayatlarını hatırladı. Kapıdan çıktı, denizleri ve
tepeleri aştı, uzaklarda bir yerde bir terzi olarak uyandı. Soylu bir hanımefendi ve onun uçarı kızı için
iki top kumaştan 6 metrelik örnekler kesti. Sonra kız kumaşlara baktı, terziye burun
kıvırdı ve yerleri sürüyen uzun ipek elbisesi ile dükkanın kapısından çıktı
gitti. Kızın soylu annesi tek kelime etmedi, eliyle terziyi bir sivrisinek gibi
başından savıp kızının peşinden boynundaki kolyeleri sallaya sallaya
koşturmaya başladı. Terzi o an kendini çok yalnız ve önemsiz hissetti. Durdu…
Düşündü... Sonra bir bakkalın içinde peynir camekanın önünde durup sanki bir
daha terzilik yapmaya mecbur kalmak istemeyen biri gibi büyük bir ihtimamla müşterisine
tek tek bütün peynirleri tattırdı… Maalesef ki bütün peynirler bana aynı
geliyordu; hepsi ya yumuşaktı ya da sertti. Başka hiçbir ayırt edici
özellikleri yoktu. “Sert olanından” dedim, daha iyi anlaşılması için elimle
hangisi olduğunu gösterdim. Yarım kilo
peyniri aldım, tebdili kıyafetle denetime çıkmış bir padişah sanıldığım
dükkandan hürmetle evime uğurlandım.
* * *
Peyniri mutfak tezgahının üstüne
bıraktım. Salona geçtim, televizyon
koltuğunun üstüne koca beton bir blok gibi çöküverdim. Televizyonda Scarface
vardı, Sicilyalı diye çevirmişlerdi. Oysa Tony Montana Kübalıydı. Kübalı
Montana afili bir serseriydi, görkemli kaybedenlerdendi.
Diğer tüm izleyişlerimde olduğu gibi yine Tony Montana kaybetti, film bitti, yazılar akmaya başladı. Balkona çıktım. Son bir yıldır
hiçbir mesajı silmemiştim, telefondaki kayıtlı tüm eski mesajları okudum. Balkondan aşağıya baktım, neden bilmiyorum
ama atlamaktan vazgeçtim. Salona dönüp koltuğa oturdum. Yazılar akmaya devam
ediyordu. Durdum… Var gücümle ağladım.
Ağlamak bisiklete binmek gibi,
aradan ne kadar zaman geçerse geçsin asla unutmuyorsun. İnsan zihninin olayları
önem sırasına göre sıralayan bir algoritması var, sanırım bu yüzden başı
şeyleri unutmuyoruz.
Hiç unutmam, “Her yıl 12 milyon kişi kanser oluyor ve yine
her yıl 7 milyon kişi kanser yüzünden ölüyor” Sonrası sessizlik…
Üzerimde Ninja kamplumbağalı pijamalar
vardı. O an üstümde bir şey olup olmadığı bile umurumda değildi. Doktor bir ismilazımdeğil hastasının daha
hergünbirsürüinsanölüyor raporunu yazmakla meşguldü. Açık olan kapıyı tıklattım. Beni
görünce şaşırdı, daha dün görüşmüştük. Şaşkınlığı
geçince beni ölümlerin tebliğ edildiği o kasvetli odasına davet etti.
Dün bütün kelimeleri tüketmiştik,
bu sefer ona sadece sayılardan bahsedecektim. İstatistikleri anlattım; sayılara
dönüşen anneleri ve babaları, çocukları ve sevgilileri. Sonra durdum, “Bu… Bu çok
üzücü bir şey!” dedim. Ne diyeceğini
bilemedi, “Türkiye’de bu oran daha düşük, şanslıyız” dedi ve gülümsemeye
çalıştı; ama yapamadı. Doktorlar bir yere kadar gülümseyebiliyorlar, mesleki
deformasyon.
O, yüzüne yarım kalmış bir tebessüm
kondurdu; ben öylece durdum. Gülümsemedim. Çünkü ben şanslı olmadığımızı
biliyordum…
Ben 34 yaşındayım. Biz hiçbir zaman
şanslı olmadık.
Annem 4 ay sonra öldü. Yazdı. Her
şey çok canlı görünüyordu... Gündüzler çekilemeyecek kadar uzundu ve bizim hayata
dair hiçbir umudumuz kalmamıştı.
* * *
Gözyaşlarım tükendiğinde yağmur
başladı. Kalktım, perdeyi aralayıp
dışarıya baktım. Deniz fenerinin ışığı yanıp sönüyordu. Onun için bir şeyler
yazmak istedim ama yazmak çare değil, ancak yazanı tüketiyor; kalem de
tükeniyor nefes de. O yüzden deniz
fenerleri hakkında yazmamalıydım. Ve diğer şeyler hakkında da. Şimdi sadece
gitmeliydim.
Ninja kaplumbağalı pijamamla
arabaya atladım, sahile doğru sürdüm. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Bu
cehenneme aylardır ilk defa yağmur yağmıştı, onda da ben ölmek istiyordum.
Burada insanlar
yardımseverdir, seni ölüme terk
edebilirler. Ama kendi kendine ölmek,
orası sana kalmış… Ölmeyi, annemi, annemle geçirdiğim tüm eski yazları ayrı
ayrı özledim. Özledikten sonra durdum,
arabadan indim. Yağmurun altında yürümeye başladım. Bu küçük damlalar
beni boğamazdı, denize doğru yürüdüm.
Deniz, okulun son zili kadar
güzeldi. Ona doğru yürüdüm… Yürüdüm… Yürüdüm… Yürü… Yürüyemedim.
Yalnızız ama yalnızlıklarımız
birbirlerinin alanlarını ihlal ediyorlar,
olaylara fail olamasak dahi en kötü şahit yazılıyoruz.
Bankta tek başına oturan kızın
yanına gittim. Ağlıyordu. Yağmurluğunu yüzüne çekmişti, gözyaşlarını
göremiyordum; ama onları duyabiliyordum. “Islanıyorsun” dedim. Ağlamaktan konuşmaya dermanı kalmayanların
kullandığı ağlama lisanıyla “Biliyorum” dedi.
Neden bilmiyorum, belki de bu dünyayla bir bağımın olduğunu hissetmek
içindir, “Senin için bir şey yapabilir miyim?” dedim. Ağlamasını bastırdıktan sonra iç çekti, “Beni
dinlenme tesislerine götürebilir misin? Otobüsüm birazdan gelecek.” “Tabii” dedim, arabaya bindik.
Sürdüm. Eski Amerikan romanlarının sonsuzmuş gibi gelen uzun ırmakları boyunca
sürdüm. Yine de özgürlüğü tadamadım.
* * *
İçeriden bir hamburger, iki de çay alıp geldim. Kızın karşısına oturdum.Yağmur artık o kadar başına buyruk
değildi, sanki bir an sinirlenip sonra
pişman olmuş gibi bir hali vardı, nezaketle yağıyordu. Kız, teşekkür edip ona getirdiklerimi kendi önüne
çekti. Yağmurluğunun şapkasını çıkardı…
Durdum... Düşündüm… Sanki mutlu olduğum diğer tüm hayatlarımı tek bir anın
içine sığdırdım. “Eda…” dedim, sesim kıyıya vuran dalgalar gibi azametle gelip
sükunetle geri çekildi. Bu yüzden o an beni benden başka kimsecikler duymadı.
Eda’ya baktım… Güzellik ve
sefaletle gülümsedi bana. Bilmiyorum, belki de teşekkür etmek istedi. Artık
buza dönmüş çayımı karıştırmaya devam ettim…“Sen… Nereye gidiyorsun?” Eda’nın
gülümsemesi kayboldu. Deniz fenerleri, peri kızları ve şekerden evler gibi o
son sayfayı çevirdiğimiz an yok olup gitti.
“Anneme gidiyorum” dedi. Devam etti, keşke etmeseydi…
“Annem öldü… Onun cenazesine
gidiyorum.”
“Senin de mi?” deyip boynuna
sarılmayı düşündüm önce. Sonra bencillik ettiğimi anladığımda buz gibi çayı tek
dikişte içtim. “Bu zor olmalı… Başın sağ olsun.” Eda, “Dünyada üzgün insanlar var ve annesi
ölmüş üzgün insanlar var. İlk grup ikinci grubun ne yaşadığını gerçekten
bilebilseydi mutluluk ve üzüntünün evrensel tanımları olurdu” dedi.
Sonra bir süre ikimiz de sustuk.
Bir dinlenme tesisinde, tek bir arabanın
geçmediği yolu seyrettik. Sonra Eda “O
kasabada mı yaşıyorsun?” dedi. “Evet” dedim, “bir seneden fazla oluyor.” “Daha
önce nerede yaşıyordun?” dedi. “Daha önce kışları İstanbul’da, yazları burada
yaşıyordum. Şimdi sadece burada yaşıyorum” dedim. “Neden?” dedi. “Annem
öldükten sonra intihara meyilliyim, olur da ölürsem kendi halimde, kimselere
rahatsızlık vermeden ölmek istiyorum” diyemedim. “Annen… Neden öldü?” dedim.
“Kanser” dedi. “İstatistikler…”
diyemedim. Sustum.
Otobüs, Azrail gibi tam vaktinde
yetişti. Eda otobüsü görünce ayağa kalktı, ben de onunla beraber kalktım.
Otobüs yanaştı, kapı açıldı. Eda bana baktı. “ İsmim Eda” dedi.
“Biliyorum. Senin adın Eda ve sen
bir zamanlar 18 yaşındaydın, gördüm. Hastanenin arkasındaki sitelerden birinde
kalıyordun. Annenle beraber gelmiştin. Babanı hiç görmedim. Bazen sahilde
karşılaşıyorduk. Ben arkadaşlarımlaydım, sen arkadaşlarınlaydın. Bir iki kere
sohbet ettik. Üniversiteyi kazandığını söyledin bana. Bilmiyorum sonra okudun mu ama
İngilizce öğretmenliği okuyacaktın. Bir keresinde de kitaplardan
konuştuk. Şimdi hatırlamıyorum ama söylediklerin hoşuma gitmişti. Bilmiyorum, ben o
yaz sana birazcık aşıktım, belki ondandır. ”
Hiçbir şey söyleyemedim… Durdum. “Görüşürüz
Eda” dedim. İstanbul’da milyonlarca
insan var, en iyi ihtimalle zamana bıraksak bile görüşmemiz pek mümkün
görünmüyor. Bunu bilerek el salladım
sana. Sen cam kenarındaydın, gördün.
Gülümsedin. Seni bu halde gülümsemeye
mecbur bıraktığım için özür dilerim.
Eve gittim. Olta takımımı, defterimi aldım. Arabaya atlayıp sahile gittim. Deftere son bir sayfa ekledim. Defteri, havluları, çantayı bir kenara
bıraktım. Oltayı aldım. İskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum. Sonra bütün
balıkları denize bıraktım. Peşinden de kendimi.
Defterin sayfaları uçuştu, son sayfada
rüzgarın nefesi kesildi.
“yazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyaz….”
Bitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder