15 Ekim 2013 Salı

Haftanın Günleri: Ruby Tuesday



Neden Liverpool'da doğmadık ve ben seni dandik bir barda özleyerek ömür tüketmedim, hiç anlamıyorum…

*  *  *

Evimizin yakınlarında küçük bir lunapark vardı.  Bazen, hafta sonları babamla oraya hiç kimseyi korkutamayacak kadar zavallı görünen yaşlı korku trenine binmeye giderdik. En ateşli arzularımızın, peşinde koştuğumuz ideallerin sönüklüğüne vurgu yaparcasına gülünç bir korku treniydi. Belli ki biz, hayatımız boyunca, peşinde olduğumuz şeylerin çürümüş kabukları ile yetinecektik. Bu parkta ona alıştırılıyorduk.

Bugün ne hafta sonuydu ne de biz korku trenine binmeye niyetliydik. Babam, dayımın düğünü için kendine bir günlük izin vermişti. Günlerden Salı'ydı. Oyun parkının karşısındaki caddede, berberin önünde dikilmiş sıramızın gelmesini bekliyorduk. Kafamı dükkandan içeri uzattım, üst raftaki küçük televizyona baktım. Berber, usturasını bırakmış,  yanan gökdelenleri izliyordu.  O ve diğer tüm insanlar en az benim kadar çocuktu o an, herkes ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Babam “Neydi bu binaların adı?” dedi. Berber ekrandan gözlerini ayırmadan cevapladı, “Empire States…”.  Değildi. “Hayır” dedim,  “Onlar, İkiz Kuleler”. Berber dönüp beni yukarıdan aşağı bir süzdü, çocuk olduğuma kanaat getirince tekrar büyük meseleleri izlediği o küçük televizyonuna geri döndü.  Ve sonra her şey mahvoldu. Korkarım sanmıştım; ama korkmadım. Korkmadım, üzülmedim; hiçbir şey hissetmedim. Ben, oyun parkındaki küçük bir çocuktum, nasıl üzülebilirdim ki?

*  *  *

Senem’in anne ve babası o binadaydılar. Saat daha dokuz bile olmamıştı, uzun güzel bir gün olacak diye düşünmüştü herkes. Oysa birazdan cehennem on kat aşağıda onlar için kurulacaktı. Önce her yer sarsıldı, sonra tüm hayaller umutsuzluk içinde yok olmaya yüz tuttular.  Ve sonunda, herkes hiç gelmeyecek bir helikopteri beklerken,  her şey son buldu.

Senem çok ağladı… İngiltere’de babaannesinin evinde, kendisi için hazırlanmış o odada, yorgunluktan bitkin düşüp uykuya kaldı. O sırada Manchester’da yağmur yağıyordu, şehrin tüm melankolik müzisyenleri istirahate çekilmişti. Senem sonradan hatırlayamayacağı bir rüya gördü; orada sevdiği hiç kimse henüz onu terk etmemişti. Sabah yüzünde bir gülümsemeyle uyandı.  Rüya olduğunu anladığındaysa tekrar ağlamaya başladı, hem de bu sefer sanki hiç susmayacakmış gibi ağladı.

Çok güzel gözleri vardı, yakut kırmızısı.

Sonra Manchester’da 10 yıl yağmur yağdı ve Senem o 10 yıl boyunca ne zaman aklına anne babası düşse ağlamaya kalktı; ama yapamadı. İnsan tüm hayatı boyunca yas tutarak yaşayamıyormuş. Ve hatta insan, bazen yaşayamıyormuş.

*  *  *

Liverpool’da bir bardaydım… Manchester’daki okula uğramayalı 2 ay oluyordu. Okulu bırakmayı düşünüyordum.  Sanki tam benim zamanımın geldiğini hissettiğimde Oasis çıkıp bütün parsayı toplamış gibiydi. Birileri şehirde mutluluktan ve mutsuzluktan ne kazanabiliyorsa kazanmıştı da geriye kalanların kaderleri hiçbir şey kazanmadan kendi kendini tüketmekle mühürlenmişti.

Manchester’dan nefret ediyordum.  İnsana sanki bir şeyler başarabilecekmiş hissi veriyordu. Liverpool öyle değildi. Liverpool’un ömür tüketmeye uygun bir havası vardı… Son kadehi de “sarhoşların ömrüne bereket” deyip yuvarladıktan sonra bar tezgahının üstüne kapandım.  Karanlığa gömdüm kendimi... Yirmili yaşlarımdaydım, her şey aptallık yapmak içim son derece müsaitti ama ben hiçbir şey yapmak istemiyordum. Zamanın ortasında asılı kalmayı, hiçbir önemli kararı vermeye mecbur kalmadan bu dünyadaki vaktimi sonlandırmayı umuyordum.

Ceketimi aldım, yalpalaya yalpalaya bardan çıktım, tuttuğum odaya doğru yürüdüm.  Asansörde genç üniversiteli bir kız vardı, onunla tek kelime konuşmadan kendi katıma çıktım, asansörden indim, koridorda yürümeye başladım.  

Günlerden Salı’ydı.  Rolling Stones, “Ruby Tuesday” çalıyordu, duyabiliyordum.  Odama girdim… Şarkı devam ediyordu…

“When you change with every new day
Still I'm gonna miss you...”

Televizyonu açtım, birisi yüksek bir binadan aşağıya atlıyordu. Gözleri… Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri yakut kadar güzeldi. Ve... Günlerden Salı’ydı işte, başka da hiçbir şey bilmiyorum.

“Goodbye Ruby Tuesday…”







1 Ekim 2013 Salı

Yaz Bitti


“Tüm felaketleri başımıza toplayacaksın, sus artık” diyorum; susmuyor. Kulaklarımı kapıyorum… Gözlerimi kapıyorum… Ağzımı kapıyorum… Susmuyor! Uyanıyorum susmuyor, uyuyorum susmuyor. Doğuyorum ve ölüyorum... Yine susmuyor!

Birazcık sessiz olabilir misin? Burada yaşamaya çalışıyoruz!

*  *  *


Sabah yataktan kalktığım gibi sahile inip iskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum.  Akşama kadar sahilden geçen mutlu aileleri izledim.  Akşam olunca eve gidip maç özetlerine baktım. Ertesi sabah kalkıp tekrar iskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum ve her zaman olduğu gibi yine tuttuğum tüm balıkları denize bıraktım. Ve günden güne değişmeyen birkaç önemsiz şey daha…

Tam 93 gün boyunca her şey muntazam bir beyhudelik içinde öylece sürüp gitti. 94.gün, yazın sona günü, sabah erkenden kalkıp bakkala gittim. Alışveriş yapmaktan hiç anlamadığımdan peynir reyonunun önüne geldiğimde çamaşır makinesini izleyen küçük bir çocuk gibi mıhlanıp kaldım. Halimi gören bakkal yanıma geldi, “Peynir mi alacaksın?” diyerek olayı benim açımdan kolaylaştırmaya çalıştı. O an “Hayır, kız kardeşime çeyiz bakıyorum” demek istedim ama onun yerine “Evet, peynir alacağım” dedim.  Durdu… Düşündü. . . Sanki bir an için bakkallık yapmadığı önceki hayatlarını hatırladı. Kapıdan çıktı, denizleri ve tepeleri aştı, uzaklarda bir yerde bir terzi olarak uyandı.  Soylu bir hanımefendi ve onun uçarı kızı için iki top kumaştan 6 metrelik örnekler kesti. Sonra kız kumaşlara baktı, terziye burun kıvırdı ve yerleri sürüyen uzun ipek elbisesi ile dükkanın kapısından çıktı gitti. Kızın soylu annesi tek kelime etmedi, eliyle terziyi bir sivrisinek gibi başından savıp kızının peşinden boynundaki kolyeleri sallaya sallaya koşturmaya başladı. Terzi o an kendini çok yalnız ve önemsiz hissetti. Durdu… Düşündü... Sonra bir bakkalın içinde peynir camekanın önünde durup sanki bir daha terzilik yapmaya mecbur kalmak istemeyen biri gibi büyük bir ihtimamla müşterisine tek tek bütün peynirleri tattırdı… Maalesef ki bütün peynirler bana aynı geliyordu; hepsi ya yumuşaktı ya da sertti. Başka hiçbir ayırt edici özellikleri yoktu. “Sert olanından” dedim, daha iyi anlaşılması için elimle hangisi olduğunu gösterdim. Yarım kilo peyniri aldım, tebdili kıyafetle denetime çıkmış bir padişah sanıldığım dükkandan hürmetle evime uğurlandım.

*  *  *

Peyniri mutfak tezgahının üstüne bıraktım.  Salona geçtim, televizyon koltuğunun üstüne koca beton bir blok gibi çöküverdim. Televizyonda Scarface vardı, Sicilyalı diye çevirmişlerdi. Oysa Tony Montana Kübalıydı. Kübalı Montana afili bir serseriydi, görkemli kaybedenlerdendi.
Diğer tüm izleyişlerimde olduğu gibi yine Tony Montana kaybetti,  film bitti, yazılar akmaya başladı. Balkona çıktım. Son bir yıldır hiçbir mesajı silmemiştim, telefondaki kayıtlı tüm eski mesajları okudum.  Balkondan aşağıya baktım, neden bilmiyorum ama atlamaktan vazgeçtim. Salona dönüp koltuğa oturdum. Yazılar akmaya devam ediyordu. Durdum… Var gücümle ağladım.

Ağlamak bisiklete binmek gibi, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin asla unutmuyorsun. İnsan zihninin olayları önem sırasına göre sıralayan bir algoritması var, sanırım bu yüzden başı şeyleri unutmuyoruz.

Hiç unutmam,  “Her yıl 12 milyon kişi kanser oluyor ve yine her yıl 7 milyon kişi kanser yüzünden ölüyor” Sonrası sessizlik…

Üzerimde Ninja kamplumbağalı pijamalar vardı. O an üstümde bir şey olup olmadığı bile umurumda değildi.  Doktor bir ismilazımdeğil hastasının daha hergünbirsürüinsanölüyor raporunu yazmakla meşguldü.  Açık olan kapıyı tıklattım. Beni görünce şaşırdı, daha dün görüşmüştük.  Şaşkınlığı geçince beni ölümlerin tebliğ edildiği o kasvetli odasına davet etti.

Dün bütün kelimeleri tüketmiştik, bu sefer ona sadece sayılardan bahsedecektim. İstatistikleri anlattım; sayılara dönüşen anneleri ve babaları, çocukları ve sevgilileri. Sonra durdum, “Bu… Bu çok üzücü bir şey!” dedim.  Ne diyeceğini bilemedi, “Türkiye’de bu oran daha düşük, şanslıyız” dedi ve gülümsemeye çalıştı; ama yapamadı. Doktorlar bir yere kadar gülümseyebiliyorlar, mesleki deformasyon.  

O, yüzüne yarım kalmış bir tebessüm kondurdu; ben öylece durdum.  Gülümsemedim. Çünkü ben şanslı olmadığımızı biliyordum…

Ben 34 yaşındayım. Biz hiçbir zaman şanslı olmadık.

Annem 4 ay sonra öldü. Yazdı. Her şey çok canlı görünüyordu... Gündüzler çekilemeyecek kadar uzundu ve bizim hayata dair hiçbir umudumuz kalmamıştı.

*  *  *

Gözyaşlarım tükendiğinde yağmur başladı.  Kalktım, perdeyi aralayıp dışarıya baktım. Deniz fenerinin ışığı yanıp sönüyordu. Onun için bir şeyler yazmak istedim ama yazmak çare değil, ancak yazanı tüketiyor; kalem de tükeniyor nefes de. O yüzden deniz fenerleri hakkında yazmamalıydım. Ve diğer şeyler hakkında da. Şimdi sadece gitmeliydim.

Ninja kaplumbağalı pijamamla arabaya atladım, sahile doğru sürdüm. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Bu cehenneme aylardır ilk defa yağmur yağmıştı, onda da ben ölmek istiyordum.

Burada insanlar yardımseverdir,  seni ölüme terk edebilirler.  Ama kendi kendine ölmek, orası sana kalmış… Ölmeyi, annemi, annemle geçirdiğim tüm eski yazları ayrı ayrı özledim. Özledikten sonra durdum,  arabadan indim. Yağmurun altında yürümeye başladım. Bu küçük damlalar beni boğamazdı, denize doğru yürüdüm.
Deniz, okulun son zili kadar güzeldi. Ona doğru yürüdüm… Yürüdüm… Yürüdüm… Yürü… Yürüyemedim.
Yalnızız ama yalnızlıklarımız birbirlerinin alanlarını ihlal ediyorlar,  olaylara fail olamasak dahi en kötü şahit yazılıyoruz.

Bankta tek başına oturan kızın yanına gittim. Ağlıyordu. Yağmurluğunu yüzüne çekmişti, gözyaşlarını göremiyordum; ama onları duyabiliyordum. “Islanıyorsun” dedim.  Ağlamaktan konuşmaya dermanı kalmayanların kullandığı ağlama lisanıyla “Biliyorum” dedi.  Neden bilmiyorum, belki de bu dünyayla bir bağımın olduğunu hissetmek içindir, “Senin için bir şey yapabilir miyim?” dedim.  Ağlamasını bastırdıktan sonra iç çekti, “Beni dinlenme tesislerine götürebilir misin? Otobüsüm birazdan gelecek.”  “Tabii” dedim, arabaya bindik. Sürdüm. Eski Amerikan romanlarının sonsuzmuş gibi gelen uzun ırmakları boyunca sürdüm.  Yine de özgürlüğü tadamadım.

*  *  *

İçeriden bir hamburger, iki de çay alıp geldim. Kızın karşısına oturdum.Yağmur artık o kadar başına buyruk değildi, sanki bir an sinirlenip sonra pişman olmuş gibi bir hali vardı, nezaketle yağıyordu. Kız, teşekkür edip ona getirdiklerimi kendi önüne çekti.  Yağmurluğunun şapkasını çıkardı… Durdum... Düşündüm… Sanki mutlu olduğum diğer tüm hayatlarımı tek bir anın içine sığdırdım. “Eda…” dedim, sesim kıyıya vuran dalgalar gibi azametle gelip sükunetle geri çekildi. Bu yüzden o an beni benden başka kimsecikler duymadı.

Eda’ya baktım… Güzellik ve sefaletle gülümsedi bana. Bilmiyorum, belki de teşekkür etmek istedi. Artık buza dönmüş çayımı karıştırmaya devam ettim…“Sen… Nereye gidiyorsun?” Eda’nın gülümsemesi kayboldu. Deniz fenerleri, peri kızları ve şekerden evler gibi o son sayfayı çevirdiğimiz an yok olup gitti. 

“Anneme gidiyorum” dedi.  Devam etti, keşke etmeseydi…
“Annem öldü… Onun cenazesine gidiyorum.”

“Senin de mi?” deyip boynuna sarılmayı düşündüm önce. Sonra bencillik ettiğimi anladığımda buz gibi çayı tek dikişte içtim. “Bu zor olmalı… Başın sağ olsun.”  Eda, “Dünyada üzgün insanlar var ve annesi ölmüş üzgün insanlar var. İlk grup ikinci grubun ne yaşadığını gerçekten bilebilseydi mutluluk ve üzüntünün evrensel tanımları olurdu” dedi.

Sonra bir süre ikimiz de sustuk. Bir dinlenme tesisinde,  tek bir arabanın geçmediği yolu seyrettik.  Sonra Eda “O kasabada mı yaşıyorsun?” dedi. “Evet” dedim, “bir seneden fazla oluyor.” “Daha önce nerede yaşıyordun?” dedi. “Daha önce kışları İstanbul’da, yazları burada yaşıyordum. Şimdi sadece burada yaşıyorum” dedim. “Neden?” dedi. “Annem öldükten sonra intihara meyilliyim, olur da ölürsem kendi halimde, kimselere rahatsızlık vermeden ölmek istiyorum” diyemedim. “Annen… Neden öldü?” dedim. “Kanser” dedi.  “İstatistikler…” diyemedim. Sustum.

Otobüs, Azrail gibi tam vaktinde yetişti. Eda otobüsü görünce ayağa kalktı, ben de onunla beraber kalktım. Otobüs yanaştı, kapı açıldı. Eda bana baktı. “ İsmim Eda” dedi.

“Biliyorum. Senin adın Eda ve sen bir zamanlar 18 yaşındaydın, gördüm. Hastanenin arkasındaki sitelerden birinde kalıyordun. Annenle beraber gelmiştin. Babanı hiç görmedim. Bazen sahilde karşılaşıyorduk. Ben arkadaşlarımlaydım, sen arkadaşlarınlaydın. Bir iki kere sohbet ettik. Üniversiteyi kazandığını söyledin bana. Bilmiyorum sonra okudun mu ama İngilizce öğretmenliği okuyacaktın.  Bir keresinde de kitaplardan konuştuk. Şimdi hatırlamıyorum ama söylediklerin hoşuma gitmişti. Bilmiyorum, ben o yaz sana birazcık aşıktım, belki ondandır. ”

Hiçbir şey söyleyemedim… Durdum. “Görüşürüz Eda” dedim.  İstanbul’da milyonlarca insan var, en iyi ihtimalle zamana bıraksak bile görüşmemiz pek mümkün görünmüyor.  Bunu bilerek el salladım sana. Sen cam kenarındaydın, gördün.  Gülümsedin.  Seni bu halde gülümsemeye mecbur bıraktığım için özür dilerim.

Eve gittim. Olta takımımı, defterimi aldım. Arabaya atlayıp sahile gittim. Deftere son bir sayfa ekledim. Defteri, havluları, çantayı bir kenara bıraktım. Oltayı aldım. İskeleti yeşil, uzun ince balıktan tuttum. Sonra bütün balıkları denize bıraktım. Peşinden de kendimi.

Defterin sayfaları uçuştu, son sayfada rüzgarın nefesi kesildi.

“yazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyazbittiyaz….”


Bitti.