Saat, altı
ile yedi arasında kararsız kalmıştı. Artık beni oyuncağına çeviren bu hafıza
yine bana bir oyun oynamıyorsa, ateşler içinde kavrulduğumuz bir Perşembe
sabahıydı. Savaşı gördükten sonra “kimse kurtarılamaz” dinine geçen babam, kendisi
için angaryaya dönmüş o kalp ameliyatlarından birine daha girmek üzere
hastanenin yolunu tutuvermişti… İnanın bana, babamın gerçekte nasıl bir insan
olduğunu bilselerdi bırakın onu ameliyata çağırmayı, doktor olmasına bile izin
vermezlerdi! Kalbi olmayan birinin kalple ilgili böyle mühim meselelerde söz
sahibi olması hepimiz adına büyük bir talihsizlik…
Babamın
yanında olduğundan daha vicdanlı görünen annemse, babamın evde olmadığı diğer
tüm gecelerde olduğu gibi yine salondaki L koltuğun şeklini almış, içinde bizim
olmadığımıza emin olduğum renkli rüyalar görmekle meşguldü… Uyumadığında da
rüya görürdü annem. Zaten ne zaman gerçek hayata dair bir hikayenin parçası
olsa, hemen uykusu geliverirdi. O zamanlar annemin beni sevmediğini, onun için
bir hayal kırıklığı olduğumu düşünürdüm. Mutsuzluğunda sanki benim de bir payım
varmış gibi kendimi suçlayıp dururdum; öyle değilmiş… O, aslında gerçek bir
hayata sahip olmanın yarattığı fanilik hissini sevmiyormuş, konunun hiçbir zaman
benimle bir alakası olmamış. Bunu birkaç yıl sonra annem, bütün bu olanlara
dayanamadığını söyleyip Norveç’e gittiğinde ancak öğrenebilecektim.
O günden
sonra onu bir daha görmedim... Yanlış hatırlamıyorsam karlı bir gündü,
hastaydım, ateşim çıkmıştı. Belki de uyduruyorumdur ama kapıdan çıkmadan evvel
dönüp bana baktığını ve gülümsediğini hatırlıyorum… Çok ateşim olduğu için net
göremiyordum, sanki tüm olan biteni denizin dibinden seyrediyor gibiydim. Yine
de kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda suyun yüzeyinde dalgalanan bir siluetin
bana bakıp gülümsediğine yemin edebilirim… Ama dediğim gibi, iyi değildim,
belki de öyle olmamıştır…
Olur da
karşılaşırız, ona “Neden?” diye sorarım, o da çocuğunu terk eden reality show
annelerinin aksine gözyaşları içinde benden af dilemeyip sadece “Gitmem
lazımdı…” der diye korktum, peşinden gitmeyi göze alamadım. Hayatım boyunca Norveç’in
yakınından bile geçmedim… Annemi çocuğunu terk ettiği için pişman olan bir
kadın olarak hatırlamak, işime geliyordu belki de. Bu sayede onun bir kader
kurbanı olduğuna kendimi inandırabiliyordum. “Başka türlüsü mümkün olsaydı böyle
davranmazdı” diyordum kendi kendime… Ne yapayım, bazı yalanlar ağza iyi
oturuyorlar, duyduğun an inanıveriyorsun.
* * *
Odamdan çıktım,
işini iyi yapan bir kiralık katil gibi ardımda hiç iz bırakmadan bahçeye doğru süzülüverdim.
Bahçe kapısının kancasını kaldırdım, durdum, demirin sesine uyanan hiçbir canlı
olmadığından emin olduktan sonra ürkek adımlarla geçide yürümeye başladım. Ateşkes
zamanlarıydı, ne gökyüzü ne de toprak kırmızıya çalıyordu. Geçitten tarafsız bölgeye geçtim. Tepelerin
oraya gidip içlerinden en yükseğine tırmandım, gökyüzüne daha yakın olabilmek
için. Bazı geceler, eğer insanlar birbirlerini öldürmeye ara vermişse, tepelere
gidip gökyüzünü seyrederdim. Tepe dediğime bakmayın, NATO’nun yaptığı inşaatlardan
biri yarım kalmıştı da kumlarını buraya taşımışlardı. Bu yüzden daha çok
çöldeki kumulları andırıyordu. Tabii 9 yaşındayken böyle kavramsal tartışmalara
girmiyorsunuz; tepeydi işte, bildiğimiz tepe.
Sanki
yeterince yükseğe çıkabilirseniz yeryüzündeki tüm acılar ilelebet sizden uzak olacakmış
gibi hissediyordunuz. Savaştan, gelecek kaygısından, sevgisizlikten,
yıkıntıların ortasında daha da belirginleşen yalnızlığımızdan, hiçlik
duygusundan, ne okulun son zilinin ne de Pazar kahvaltılarının artık bir anlama
gelmediği gerçeğinden, büyüdükçe kalbi ölen insanlardan uzakta bir yaşantı…
Birkaç saatliğine de olsa, anne babama ve dünyadaki diğer tüm o insanlara
çaktırmadan, kendi krallığımın topraklarında, sadece beni bir süre daha hayatta
tutmaya yarayacak avuntuların peşinde koşmak… Hepsi şimdi o kadar uzak ki olur
da birkaç gün düşünmeyecek olsam, bir daha o günleri hiç hatırlayamayacakmışım
gibi geliyor…
Ateşkesin
son günüydü. Nereden duyduğumu hatırlayamadığım bir şarkı, kafamın içinde
yankılanıp duruyordu.
“Öp beni…
Bunlar nasılsa son günlerimiz…”
Tepenin
üzerinde oturmuş, gökyüzündeki yıldızlara bakıyordu. Yukarıya tırmanıp yanına
oturdum. Her şey sona ermek üzereyken korkularınız da umutlarınızla birlikte
sizi terk ediyor, beni gördüğünde hiç korkmamasına buna bağlıyorum… İki yabancı
olarak yan yana oturup dünyanın sonunun gelmesini beklemeye başladık… Artık
okula gitmediğini söyledi. Artık piyano çalmadığımı söyledim. Artık babasını
özlemediğini söyledi. Artık çizgi film seyretmediğimi söyledim… Sustuk, artık
hiçbir şeyin bir önemi kalmadığını bilerek.
Bir
gökyüzündeki yıldızlara, bir de yüzündeki gülümsemeye baktım. İnanın bana, siz
de hangisinin daha parlak olduğunu kestiremezdiniz! Eğer sabah erken kalkıp,
hiçbir şey olmamış gibi bizimkilerle kahvaltıya oturmam gerekmeseydi tüm ömrümü
orada geçirebilirdim. Gitmek istemiyordum. Sürekli olarak bir şeylerin peşinde
koşup birilerine laf anlatmaya çalışarak geçiyordu ömür. Düşüncesi bile uykumu
getiriyordu, sonsuza kadar uyuyasım geliyordu. Hem ben gidersem… O tek başına
ne yapacaktı? Birkaç saat sonra sevdiği her şeyi kaybedeceği bir günü
karşılayacak olan o kız için ne yapabileceğimi düşündüm… Keşke onun için bir
şeyler yapabilseydim. İleride kendini derin bir yalnızlığın ortasında bulup, hayal
meyal hatırladığı o geçmiş zaman insanlarına sarılmak zorunda kaldığında “Evet,
o küçük çocuk seni hala hatırlıyor” diyebilseydim mesela. Keşke şimdi benim de
zor bir hayatım olduğunu, insanların bir şekilde hayatta kaldığını, geçmişe
saplanarak yaşanamayacağını kendisine söylemenin bir yolunu bulabilseydim.
Tabii birilerini kaybettikten sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını
bilen biri olarak böyle şeyler söylemem büyük sahtekarlık, biliyorum; ama
elimden başka türlüsü gelmiyor. Keşke gelseydi…
* * *
Akşam dışarı
çıkmanın bir heyecanı kalmadığında biter çocukluk; dışarıda keşfetmeye değer
bir şey kalmışsa bile senin onu keşfetmeye halin olmadığında… Şimdi ikimiz de
çocuk değiliz. Yaşıyorsa onun da benim gibi türlü mutsuzluklarla boğuştuğunu ve
bunu üzerimize bir karabasan gibi çöken o çocukluk günlerimize bağladığını
düşünüyorum. Belki de kendimi yalnız hissetmemek için onun da benimkine benzer
bir hikayesi olduğuna inanmak istiyorumdur, bilmiyorum… Yine de bazen, ne
söylersek söyleyelim birbirimizi asla anlayamayacağımızı söyleyen o Praglı yazar
gibi, kimsenin aslında ne demek istediğimi anlamadığını düşünüyorum. Aptalca
ama o anlarda beni bir tek o anlayabilecekmiş gibi geliyor.
30 yıl sonra
aynı tepede buluşsak… Gözlerinin içine baksam… Bombalar üzerimize yağarken,
çölün üzeri turuncu bir renkle kaplanmışken, ikimiz de yaşamak için fazla
kaybetmiş hissediyorken “Öp beni… Bunlar nasılsa son günlerimiz…” diyebilsem.
Ama yapamam, biliyorum. Uzun uzun konuşur, sonunda da hikayedeki rolümü
layığıyla oynadığıma kendimi inandırır, bunun tesellisiyle öylece çekip giderim…
Bilmiyorum, o kadar çok konuştuktan sonra “Bir cümle eksik söyledin…” denmesini
bekliyorum belki de. Dönüp de “Seni Seviyorum” diyebilmek için… Ya da “Beni ‘merhaba’
kısmında kazanmıştın, bu kadar uzun bir konuşmaya gerek yoktu” denmesini…
Artık her
şey için çok geç olmasaydı bunların hiçbirini yazamazdım. Yakında hiçbir şeyin
bir önemi kalmayacak zaten. Teknoloji Bakanlığı yarın “Sonsuzluk Projesi”ni
devreye sokuyor. Bedenlerimiz, çürümüş birer kabuk gibi bir köşeye atılacak.
Zihinlerimiz, ATV isimli aletlerle konak makinelere aktarılacak. Bizi biz yapan
hiçbir şeyi kaybetmeyeceğimizi söylüyorlar... Bu, koca bir yalan! Zamanla hepsi
silinip yok olacak, biliyorum. Bu yüzden hatıralara tutunmaya çalışıyorum ne
kadar acı verici olduklarını bile bile… Senin yüzün aklıma geliyor, hala bir
şeyler hissedebiliyorken birine teşekkür etmeyi çok isterdim. Hayatta hiç
kimseye teşekkür etmedim… Kimseden özür dilemedim. Şimdi özür dilemek
istiyorum… Bombalar için… Yaşayamadığınız çocukluğunuz için… En çok da seni
bulup teşekkür etmek istiyorum; her şeye rağmen devam etmem konusunda bana
cesaret veren o gözler için… Umarım seni seven insanlarla birlikte mutlu bir
hayat yaşıyorsundur… Öyle değilse de mutlu olmaya bak, bunlar nasılsa son
günlerimiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder