1
Gözlerini açtı. Tepesinde uçuşan
sığırcık sürüleri gökyüzünde siyah lekeler bırakıp uzaklaşıyorlardı. Kafasını
kaldırıp gökyüzüne baktı, her yer veda
sözcükleri ile doluydu… Kıyıya vuran dalgaların sesini takip edip insan boyunu
aşan ağaçların refakatinde sahile doğru yürüdü. Bir sonsuzluk illüzyonundan
ibaret okyanusa, tıpkı tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu hissettirecek o
anın peşindeki biri gibi, yalvaran gözlerle baktı; ama hiçbir şey göremedi.
Ufukta beliren dev dalganın gölgesi güneşi yutmuş, her yeri karanlığa gömmüştü…
Çocukken karanlıkta tek başına kaldığında ne yapıyorsa yine onu yaptı; gözlerini
kapayıp sevdiği birini düşündü… Kollarını ve bacaklarını iki yana açtı.
Nefesini dudaklarında hissedebiliyordu şimdi. Kolları kollarına, bacakları
bacaklarına dokundu. İlk defa, tüm hayatını bir ıstıraba çeviren o kalp
kırıklığına karşı gerçek bir zafer kazanıyordu. Zafer sarhoşluğuyla daha da
sıkı sarıldı ona, ikisi tek bir bedende birleşene kadar da bırakmadı… Eğer her hikayenin
mutlaka bir sonu olmalıysa işte bu, o olmalıydı.
2
Kötü bir düşten uyandık; daha
kötüsünü görmek için…
Miray, gözlerini açtığında
odasının duvarlarını çepeçevre saran yağlı boya tablolar hala sallanmaya devam
ediyordu. Yatağında doğrulup derin bir nefes aldı. Camdan dışarıya,
ketumluğuyla ün salmış kasabanın sessizliğini bir bıçak gibi yarıp geçen yük
trenine baktı. Terden ıslanmış saçları yüzüne düşüyordu, eliyle saçlarını
arkaya attı. Yatağının ucundaki tabloya, kumsalda kendisine doğru gelmekte olan
dev dalgayı bekleyen adama baktı. Gözü saate takıldı; saat “her şey için 2 saat
erken”di. Kalktı, olur da babası çıkagelir diye yatağının altında sakladığı
boya takımını çıkardı, tuvalin karşısına geçti; ama bir şey yapmadı. Sanki
diğer tüm o şeylerden önce var olmuş bir boşluğa bakar gibi baktı ona.
Bakışları resmi delip mahallenin sokaklarını turlamaya başladı. Her yer o kadar
ölüydü ki, insanın yarın güneşin tekrar doğacağına inanası gelmiyordu. İnadına
açan mezarlık çiçekleri de olmasa, sabahları perdelerini açıp kasabayı
seyredenler, buralarda hayat olduğuna dair hiçbir emareye rastlayamayacaklardı.
Sanki herkesin bir an önce ölmesi
isteniyormuş gibi göz açıp kapayıncaya kadar izinleri alınıp iskana açılan
mezarlık, şimdi rengarenk çiçeklerle dolmuştu. Ölülerle dolu bir mezarlık, bir
türlü üzerindeki o ölü toprağını atamayan bu kasabaya hayat vermişti. Normalde
kimsenin uğramadığı Hiçli kasabası, mezarlık açıldıktan sonra, sevdiklerini
kaybeden insanları ağırlayan bir efkarlanma tesisine dönüşmüştü. Belediye,
sokakların temizliğini taziyeleri kabul eden mefta yakınlarına devretmişti;
artık buralar kederli insanların gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Oysa bu acıyla
kutsanmış toprakların çocukları, bir zamanlar kimseye belli etmeden, kendi
hallerinde ölüp gider ve yalnızca burada doğan insanların gömüldüğü eski kasaba
mezarlığına gömülürlerdi. Eskiden bu kadar geleni gideni olmazdı bu kasabanın;
hele gideni, hiç olmazdı…
Eskiden her şey daha tahmin
edilebilirdi… Birisi öldüğünde ikindi namazını müteakip cenazesi kaldırılır ve
kasaba sakinlerinin katılımıyla merhum, eski mezarlığa defnedilirdi. Gökyüzünde
yaşayan devlerin bile girebileceği kadar derin ve geniş mezarlar açılırdı. İnsanlar, yakınlarını kendi elleriyle
gömmenin acısını yaşamasınlar diye mefta ile yakınları arasına tahtalar dizilirdi.
Tahtalar çöküp de mezar oturduktan sonra sıra, malumun ilanı mezar taşlarını
dikmeye gelirdi… O zamanlar insanlar, sevdiklerine kavuşmak için en az beş yıl
beklemek zorundaydılar. Belediye ancak o zaman aynı mezarda buluşmalarına izin
veriyordu. Sonra bu süreyi önemsememeye başladılar; sevenleri ayırmamak
istemelerinden değil ama, artık mezarlıkta yer kalmadığından. Hiç yer kalmadığında yeni bir mezarlık
yaptılar. Her ne kadar kasabalılar çürümüş etler gibi çöpe atılmasın diye
sunulan bir hizmet gibi görünse de aslında yeni mezarlık, çok parası olmayan
yabancılar için yapılmıştı. Güneye tatile gidemeyenlerin mecburi durakları,
şehre yakın tatil beldelerine benziyordu. Şehirdeki mezarlıklar pahalıydı, bu
devirde ebedi istirahatgahını seçerken bile insanın ayağını yorganına göre
uzatması gerekiyordu. Yalnız bu ölüler için bir cazibe merkezi olma durumu çok
da uzun sürmeyecekti. Ölüm turizminin gözbebeklerinden biri haline gelmiş Yeni
Hiçli Mezarlığı’nda mezar fiyatları günden güne artmaktaydı.
Kasaba olarak tek turizm
gelirimiz olan efkarlı şehirlilerin burada ne ölmeye ne de yaşamaya değer bir
şey olduğunu görecekleri günler yakın…
Zaten ölüler için Hiçli’den daha
rahat bir yer düşünülemezdi! Yaşam, buraların yabancısıdır, her zaman kendini
deplasmanda hisseder. Bu kasaba sınırları dahilinde hiçbir zaman, yaşam ölüme
karşı belirgin bir üstünlük kuramamıştır. Bunu anlamak için etrafınıza bakmanız
yeterli, her yer yaşamaya istidadı olmayan insanlarla dolu. İlk başta her şey çok
normalmiş gibi gözükebilir, aldanmayın. Birinin yüzünde güzel bir gülümseme
görürsünüz; hayatında daha önce hiç acı çekmediğine yemin edebileceğiniz birine
ait bir gülümseme. Sonra o gülümseme o kadar çabuk kaybolur ki, hemen anlarsınız
buradaki her gülümsemede mutluluğa baskın gelen ağır bir ıstırap saklı olduğunu.
Sanki her şey çok uzunca bir süre çok kötü gitmiş de bir zaman sonra iyi şeyler
düşünmek, geçmişin hatırasına büyük bir saygısızlık olarak kabul edilmeye
başlanmış. Burada yeni günlere dair iyi şeyler düşünmeye kimsenin yüzü olmadığı
gibi yine kimsede eski hikayeleri hatırlayacak cesaret de yoktur.
* * *
Herkesin bildiği ama anlatmaktan
korktuğu çok eski bir Hiçli hikayesi vardır; daha kolay unutulsun diye her
seferinde daha eski bir tarihten başlatılan. On yıl önce, “eskiden…” diye
anlatılırdı; şimdi, “Çok ama çok eskiden…” diye anlatılıyor. Doğrusu
“Hatırlamak istemediğimiz kadar eski zamanlarda…” olacak.
Hatırlamak istemediğimiz kadar
eski zamanlarda, kimilerine göre henüz kasabadaki demiryolu inşa edilmeden, Hiçli’de
yaşamış soyu sopu belirsiz bir aileden bahsedilir; Karaderi Ailesi. Bir
terzinin yanında çalışan aklıevvel Bilal ile güzeller güzeli Neriman’ın hikayesi...
Neriman’ın annesi, daha Neriman ölümün
anlamını öğrenmeden canına kıyıp Neriman’ı anlamsız bir yalnızlıkla baş başa
bırakmış. Sadece Neriman değil, ölümün anlamını bilen yetişkinler de bir anlam
verememişler bu zamansız ayrılığa. Neriman o elim günden sonra her geçen gün
biraz daha deliren babasıyla birlikte yaşamaya başlamış. Söylenene göre babası,
bazı günler Neriman’ı okula göndermeyip ona ‘ev işleri’ yaptırırmış…
Bazıları hikayenin bu kısmını
biraz daha farklı anlatır…
Neriman’ın okula gitmediği bir
gün, komşular babasının marangozhanesinden gelen bazı tuhaf sesler duymuşlar. Kulübedeki
küçük yarıktan içeriye bakmışlar ve içerdeki o manzarayı gördükten sonra… Sonra
hiçbir şey olmamış gibi evlerine dönüp radyo dinlemişler.
Babası Neriman’ın ağzını bağlayıp
her seferinde daha fazla bağırsın diye… Her seferinde daha acımasızca, her
seferinde insanlığını daha çok kaybederek ve her seferinde Neriman’ı onu terk
eden karısının yerine koyarak…
Öyle işte…
Neriman, lise çağına geldiğinde
kendisine musallat olan babasına daha fazla dayanamayıp Bilal Karaderi isimli
aklıevvel terzi yamağıyla birlikte buralardan kaçıvermiş. Birlikte kasabanın
hemen sınırındaki mağaraya yerleşip orada saklanmaya başlamışlar. İşte o gün,
her şeyin çığırından çıkmaya başladığı gün olmuş. Karaderi çifti, nedendir
bilinmez, kasabaya yolu düşen herkesi tek tek avlamaya karar vermiş. Yakaladıkları
insanları öldürüp cesetlerini küçük parçalar haline getirdikten sonra pişirip yemişler.
Bir zaman sonra, onları yakalayıp bağlamaya -tıpkı babasının Neriman’ı
bağladığı gibi- ve canlı canlı yemeye başlamışlar. 40 yıl boyunca, yolu bu
ıssız kasabaya düşen insanları hayvanlar gibi parçalayıp yemiş, yiyemedikleri etleri
de tuzlayıp saklamışlar. Mağarayı adeta bir mezbahaya çevirmişler. Karaderi
ailesi bu 40 yıllık süre içinde birçok çocuk sahibi olmuş ve sonunda 30 kişiden
oluşan büyük bir yamyam ailesine dönüşmüş.
Bazen onlarla ilgili öyle canice
şeyler anlatılır ve bu öyle içten bir şekilde dile getirilir ki bu
anlatılanların gerçek mi yoksa kasabadakilerin bastırılmış fantezilerinin bir
ürünü mü olduğunu anlayamazsınız. Kasabaya gelen hevesli genç muhabirlerden
birinin yaptığı bir belgeselde, ailenin bir kadını yakalayıp günlerce tecavüz
ettiğine ve her seferinde kadının bir uzvunu keserek bunu kadın ölünceye dek
devam ettirdiğine dair bir hikayeden bahsedilir. Bu olayın gerçek olup olmadığını
hiçbir zaman bilemeyeceğiz, tek bildiğimiz bize böyle anlatılmış olduğu… Bazen
gerçekliği, anlatıcıya olan güvenimiz belirler.
* * *
Miray, son fırça darbesinin
ardından eserini baştan aşağı süzdü. Tıpkı Bruegel tablolarındaki gibi en göz
alıcı figürler, bir cümbüşün içerisinde kaybolup alelade figürlere
dönüşmüşlerdi. Karaderi ailesinin hükümet tarafından gönderilen bir bölük asker
tarafından yok edilmesinden yıllar sonra, Miray önce o günlerin lanetini
taşıyan kasabaya, sonra da karşısında duran kasaba resmine bakıp dudaklarının
kenarına düğün evi süsü verilmiş bir cinayet mahalli konduruverdi.
Saatin sinir bozucu alarmı her
zamanki münasebetsizliğiyle çalıp Miray’ı resmin içinden çekip çıkarıverdi. Kurduğu
tüm hayalleri sonradan çocuklarıyla paylaşacağı değerli oyuncaklar gibi bir
köşeye kaldırdı Miray. Saate baktı. Saat
şimdi “bazı şeyler için hiç de erken değil”di. Üstünü giyip kahvaltıya inmesi
gerekiyordu. Tabloya baktı, her şey o kadar gerçekti ki…
3
Miray, seksenlerden kalma sahte
bir güven ortamı üzerine kurulmuş yemek masasından kalktı, hiçbir satırına
inanmadığı lüzumsuz kitaplarla dolu çantasını sırtlayıp evlerinin kapısından tam
yüz beş Miray adımı kadar uzakta bulunan yeşil boyalı, bahçeli eve doğru
yürümeye başladı. Bahçeli evin kapısındaki demiri yukarı kaldırıp bahçe
kapısını açtı. Her zaman olduğu gibi yine açık olan salon penceresinin önünde
durup içeriye seslendi.
“Ozan, hadi geç kalıyoruz!”
Pencerenin önünde oturan iyi
giyimli, orta yaşlı, uzun kıvırcık saçlı bir adam kafasını dışarı çıkarıp
Miray’a gördüğünüz anda gerçek olduğuna yemin edebileceğiniz bir gülümsemeyle
yanıt verdi. Miray, adama aynı şekilde eşlik ettikten sonra lafa girdi.
“Cevher Abi, Ozan’ı çağırabilir
misin?”
Cevher, elindeki plağı gösterip
biraz önceki gülümsemeyi henüz zaman aşımına uğramamışken tekrar kullanıverdi. Ardından
oturduğu yerden kalktı, elindeki plağı pikaba yerleştirdi. Haydn’ın 94 No’lu
Sürpriz Senfonisi çalmaya başladı. Tam yemekten sonra uyuklayan dinleyiciler
için yazılmış davullu üçüncü kısım başlamıştı ki Ozan odasındaki yatakta bildiği
her şeye küfrederek doğruldu. Her sabah olduğu gibi yine karşı duvarda
kendisini gözleyen kuzgunla göz göze geldi. Şeytani bir gücün tesiri altına
girmiş zavallı biri gibi sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Güzergahında
bulunan gömleklerden birini üstüne geçirip salona yöneldi. Pantolonunu henüz
giymişti ki koltuğunda oturmuş, çalan senfoniye elleri ile tıpkı bir orkestra
şefi gibi eşlik eden abisini gördü. Başını sallayıp o sırada kendisini müziğe
kaptırdığı için kardeşinin salona girişini göremeyen Cevher’i selamladı, açık
olan pencereye doğru yürüdü, aşağıda kendisini bekleyen Miray’a yüzünde hiçbir
sevgi sözcüğünün barınmasına mahal vermeyecek bir bakış attı, pencereyi
kapattı. Belki birkaç tablo ve Miray’ın kalbi o anda yere düşüp tuzla buz
oluverdiler.
* * *
İki dakika sonra, Cevher’i
Viyanalı bir müzisyenle baş başa bırakıp okula doğru yürümeye başlamışlardı
bile. Ozan, her zamanki gibi çevresi ile hiç ilgilenmeden kavaklı yolda öylece yürümeye
devam ediyordu. Miray ise Ozan’dan başka bir şeyle ilgilenmenin zaman kaybı
olacağına inandığından yine okul yolu boyunca gözlerini Ozan’dan ayırmadı.
Ozan’a baktığında kendini tüm bu
olanların bir anlamı olduğuna ikna edebiliyordu. Gerçekten de, şu an belki size
anlamsız gibi gelebilir ama hayatta bundan daha önemli bir şeyin olmadığı
zamanlar olur. Hele ki kimsenin umurunda olmayan bir yerde, amaçsızca geçirilen
yaz tatilleri gibi bir hayat yaşıyorsanız bir şeylere tutunmak istemeniz son
derece normaldir. Buradaki insanlar bir uçurumun kıyısında oturmuş bacaklarını
sallandırarak yaşıyorlar. Düşmemek için bir şeylere tutunmaya ihtiyaçları var… Gelecekle
ilgili hiçbir umutları olmasa da, her şeyin büyük patlamadan itibaren sürekli
kötüye gittiğini düşünseler de, her yerin karanlıklarla kaplı olduğu bir
dünyada yıldızlardan teselli bulunamayacağına inansalar da… Herkes, bu büyük çaresizliği
kelimelerle ifade etmese bile hayatının bir döneminde kalbinin en derinlerinde hissetmiştir...
Miray, okulun kapısına
vardıklarında, Ozan’a son bir kez daha hayranlıkla baktı. Hiçli’de geçirilen
tek bir güzel an bile ölümü sizden alacaklı kılmaya yeterlidir. Miray bunun
farkındaydı ama işte, bilmek bazen hiçbir işe yaramıyordu. İnsan, “Bu
yaşadıklarımın bir anlamı olsun istiyorum” dediğinde çıkıp da “Var zaten” diyen
birisi olsun istiyor. Böyle bir arzunun önüne ölüm bile geçemez.
4
Kayıpların başlamasından bu yana tam
4 ay geçmişti. İnsanlar, kaybolanların akıbeti hakkında konuşmaktan
çekiniyorlardı. Okulda, yakınları kaybolanlar da buna dahil olmak üzere, hiç
kimse bu meçhule gitmiş insanların adını anmıyordu. Sanki isimleri söylendiğinde
geçmiş zamanlara ait bir hikayenin sararmış sayfasına dönülecekti. O sayfa, o
kadar korkunçtu ki kimse oraya geri dönmek istemiyordu… Bazen çok korkunç bir
an yaşarsınız, geçtikten sonra dahi bundan sonra her şeyin çok daha kötü
olacağı hissi sizi terk etmez. Hiçli’de bir gün, böyle anlardan meydana gelen
bir 24 saattir.
* * *
Karaderi hikayesinde küçük bir
havuzdan bahsedilir… Karaderi ailesi mağaradaki kraterlerden birini işkence
havuzuna çevirmiş. O kraterin içinde
işkence edilen kurbanların bu işkenceden kurtulsalar bile kendi kanlarında
boğulacakları söylenir…
Süvariler, daha büyük bir gazapla
birlikte geleceklerse kim onların son anda gelip tüm hikayeyi toparlamalarını
ister ki?
* * *
Kimse kaybolan insanlar hakkında
konuşmak istemiyordu. Onları düşündükçe nefesleri kesilecekmiş gibi oluyor, yavaş
yavaş boğuluyorlardı… Geçen ders birisi teneffüste, etrafı kolaçan edip
söyleyeceklerini başka kimsenin duyamayacağından emin olduktan sonra, kaybolan
insanlardan bahsetmişti. Birinin bağırsaklarının çıkarılıp anne ve babasının
kaldığı eve kadar bir şerit halinde yere serildiğini duyduğunu anlatmıştı. Yine
de bu, insanları huzursuz etmek için yeterli değildi. Ozan’ın tahtayı çıkıp edebiyat
dersi için seçtiği konuyu anlattığı güne kadar, bu kasaba cinayetini son ana
kadar inkar eden katil rolünü başarıyla oynayacaktı. Ozan, tahtayı çıktıktan
sonraysa her şey gündüz ile gece kadar farklı olmaya başlayacaktı.
Ozan tahtaya çıktığında tayini
buraya çıktığı günden bu yana her gece daha çok içen öğretmen, dersin bir an
evvel bitmesini bekleyen bezgin bakışlarla sınıfı süzüverdi. Sınıfın erkekleri kendilerine
birbirinden anlamsız zaman geçirme eylemleri bulmuş, onlarla ilgilenmekteydiler.
Kızlar ise hiçbir zaman kendilerine yüz vermeyen ve bu yüzden günden güne daha
çok arzuladıkları Ozan’ın ağzından çıkacak kelimelerin yolunu
gözlüyorlardı. Ozan, kelimelerin
esaretine son verdi.
“Tom Sawyer… Ondan bahsedecektim…
Uzun Amerikan nehirleri… Küçük yaramaz çocuklar… Daha birkaç şey daha vardı...
Hepsini anlatacaktım… Sonra vazgeçtim, neden küçük oğlan çocuklarının
hikayelerini bu kadar sevdiğinizi düşündüm. Cevap o kadar basitti ki! Onları
evcilleştirmek hoşunuza gidiyor!”
Ozan bir süre duraksadı,
öğretmene doğru döndü. Gülümsedikten sonra tekrar sınıf arkadaşlarının
gözlerinin içine baktı.
“Neden tüm çocuklar ailelerinin
yanında olmak zorunda ki? Dışarıdaki kavak ağaçları… Ne kadar da büyükler! Eğer
içleri çürümüşse ağaçlar için yapabileceğiniz en faydalı şey onları kesmek!
Buradaki bütün yetişkinlerin içi çürümüş, bizleri de zehirlemelerine göz
yumarsak nasıl insanlara dönüşebileceğimizi görmüyor musunuz? Kalbiniz
büyüdüğünüzde ölür, nefes almaktan vazgeçtiğinizde değil! Tom Sawyer olarak
ölürseniz, o aptal kitapların sonu büyüklerin yazdığı gibi bitmeyecek. Tom
Sawyer’lar ölüyor… Küçük Prens’ler ölüyor… Onları karınlarını deşiyorlar,
yüzlerinden maskeler yapıyorlar, ölülerini mikrodalgada pişiriyorlar… Görmüyor
musunuz? Nasıl görmezsiniz? Her şey bu kadar açıkken… Böyle yaşamaktansa ölmeyi
tercih etmeleri büyük bir yüce gönüllülük olurdu! İnanın bana, bizlere bundan
daha büyük bir hediye veremezler! Fırsatınız varken gidin buradan. Gitmezseniz
öleceksiniz, kalpleriniz ölecek!”
Ozan, donuk bir karenin içindeki
tek hareketli karakter olarak sınıf arkadaşlarının arasından geçip yerine
oturdu. Sonra zaman, kaybettiklerini telafi etmek ister gibi çok hızlı geçti. Son
ders zili çaldığında, daha Ozan’ın son cümlesinin mürekkebi kurumamıştı.
* * *
Miray akşam eve gittiğinde,
Ozan’ın söylediklerini düşündü. Miray, hiçbir zaman buralardan gitmeyi
düşünmemişti. İnsanlar kaybolsa da, haklarında korkunç hikayeler anlatılsa da
bu fikri aklına bile getirmemişti. Ona da hak vermek lazım, bazen bir düşünceyi
taşımak sanıldığından çok daha zordur. Zihninizin bir köşesinde belirdiği andan
itibaren gittikçe ağırlaşmaya başlar. Sonunda sizi tamamen ele geçirir. Kafanızın
içindeki bir düşünceden asla kaçamazsınız. Miray tam da bu yüzden bunu aklının
bir köşesinden bile geçirmiyordu. Ozan, buradaydı ve o burada olduğu sürece
gitmesi için hiçbir sebep yoktu. Amerikan romanlarındaki sonsuzluk hissi veren
nehirler, yer değiştirmeyi kutsayan ihtişamlı göç yolculukları, hepsi birden
anlamlarını yitirmişti.
Miray, kalmaya karar vermişti.
Sonsuza kadar burada kalacaktı…
5
Üç kısa bir uzun… Ta ta ta tammm!
Cevher, Beethoven’ın 5. Senfonisi’ni açtı.
Kader, kapıları yumruklamaya başlamıştı; üç kısa bir uzun… Üç kısa bir
uzun… Miray, öylece dışarıya seyreden Ozan’a baktı. Ders
çalışmaya niyeti yokmuş gibi gözüküyordu. Defterini kapayıp Cevher’e döndü.
“Ozan’ın nesi var?”
Cevher gülümsedi.
“Buralardan gidecekmiş… Kader,
bir kere kapıya dayandı mı bunun geri dönüşü olmaz.”
Miray’ın yüzünde güllerden bir
çelenk vardı şimdi.
“Nasıl gidecek?”
“’Bu dönem bitince buradan
taşınmamız lazım’ dedi. Bilmiyorum… Birkaç küçük işi varmış, onları da
tamamlayınca gidecekmiş”
“İyi de sen gidemezsin ki?”
Yıllardan beri evden dışarıya adımını
bile atmamış Cevher, o anda dışarıda yaşayabileceği tüm o farklı hayatları
düşündü. Düşündüğü anda koşarak evine döndü, bir saniyeden daha kısa bir zaman
içerisinde koltuğundaki yerini aldı. Miray’a baktı ve hüzünle gülümsedi.
“Beethoven çok büyük bir
besteciydi… 9. Senfoni’yi tamamladığında tamamen sağırdı. İnsanlar ancak bir
yıkımın eşiğindeyken en büyük numaralarını yapacak gücü kendilerinde
bulabilirler. Başkalarının hiç ummadığı bir şey yaparlar, herkesi şaşırtan bir
şey…”
Miray, Ozan’ı kaybetme fikrini
düşündü… Ozan, pencereden dışarıya bakmaktan vazgeçmişti. İçeriyi göz ucuyla
süzüverdi, Miray’a doğru döndü ve “Yarın akşam çalışalım mı?” dedi. Miray
duyduklarından emin olmak için “Anlamadım” dedi, Ozan tekrarladı, “Yarın… Ders
çalışalım mı?”
Ozan, ilk kez ders çalışmak için Miray’ı eve davet etmişti.
Bundan öncekilerin hepsinde ders çalışma fikri Miray’dan çıkmıştı. Miray, Ozan’ın
yokluğu ile ilgili kurduğu kabusların üzerine toprak attı; hepsini gün yüzü
görmemiş düşler mezarlığına, zihninin köhne bir köşesine kaldırdıktan sonra
sordu:
“Kaçta geleyim?”
6
Saat, tam dokuz… Miray elinde
ders kitapları, salonun penceresinin altında zaman öldürüyordu. Saatinin alarmı
tam dokuzda çalmaya başladı. İlk kez güzel bir anı bozmak yerine güzel bir şeyi
müjdelemek için çalıyordu.
Miray, ilk defa pencereyi kapalı
görüyordu ama aklı Ozan’da olduğu için bunu hiç garipsemedi. Birkaç küçük Miray
adımından sonra şimdi evin kapısına varmıştı. Kapının açık olduğunu gördü. Eliyle
ittirdi. Kapı yavaşça aralandı…
İçeriye girdiğinde salonda
kimseyi bulamadı. Oysa Cevher, her zaman salondaki pikabın yanındaki koltukta
otururdu. Önce “Cevher Abi!” diye bağırdı, sonra da Ozan’ın adını haykırdı. Ses
yoktu… Karanlıkta yolunu bulabilmek için telefonunun ışığını yaktı. Tam o
sırada başka bir yerde bir yabancı ışık beliriverdi. Işığın peşinden Ozan’ın
odasına doğru yürüdü. Odaya girdiğinde yerdeki kilimin kaldırılmış olduğunu
fark etti. Kilimin olması gereken yerde şimdi bodruma açılan bir merdiven
vardı.
Merdivenden aşağıya indi. Aşağısı
eski eşyalarla doluydu. Duvar kağıdı gibi dört bir yanı sarıveren plaklar
yüzünden bir çeşit müzik mezarlığında olduğunu düşündü. Tam o sırada gözünü
alan bir parıltıyla irkildi. Parıltının peşinden ürkek adımlarla yürümeye
başladı. Paslanmış bir kapının açılırken kopardığı feryat, bodrumdaki
sessizliği yarıverdi. Hayal meyal bir yüz gördü, bir silüet; ama kim olduğunu
seçemedi. Arkasından seslense de nafile, çoktan karanlıkta kendini
kaybettirivermişti.
Korka korka kapıdan içeriye girdi. Demiryolu
yapımına engel olmasın diye zamanında kapatıldığı söylenen eski tünellerden
biriydi bu. Tünelin sonuna geldiğinde, tünelin bir mağaraya açıldığını fark
etti. Durdu, saçlarını ürpertici bir sükunetle okşayan sesi fark etti. Artık kaçmak için çok geçti… Arkasını
döndüğünde kafasında cellat maskesi ile karanlıkta dikilen birinin şok edici
varlığı ile yüzleşecekti. Gözlerini kapadı… Açtığında her yer aydınlanmıştı.
7
Cevher, her elini yukarı kaldırdığında
kraterin içerisindeki taşlara zincirlenmiş insanlar acıyla inliyorlardı.
Cevher, hayatının senfonisini yazmış bir bestekar gibi büyük bir gururla
gülümsedi. Miray’a döndü… Miray gülümseyerek koronun en yeni üyesine, hayatının
aşkına, hiçbir yere gitmeyecek, her zaman onun olacak olan Ozan’a baktı… Ozan,
abisinin ricasını kıramayıp Miray’ı eve derse çalışmaya davet etmişti. Oysa
kendisini böyle bir hikayenin içinde bulacağını bilseydi bunu aklının ucundan
bile geçirmezdi.
Miray eğildi, aşağıya havuzun
içindeki zavallı kasaba sakinlerine baktı. Onlar Cevher’in hayaliydi. Miray ise
yalnızca Ozan’ı hayal etmişti; kocaman bir resmin içindeki diğer tüm o
parçalardan daha değerli olan o tek parçayı. Aşağıda ölmek için yalvaran
insanların sesi mağarada yankılanırken Miray tekrar gözlerini kapadı.
Düşün içindeki Ozan arkasını
dönüp gitmeye karar verdi; ama sonra vazgeçti. Hiç beklemediği bir anda,
sarıldı Miray’a. Artık ölmek istemediğini fark etti Miray, yaşama arzusu
zincirlerinden kurtulmuş kızgın köpekler gibiydi şimdi. “Ah…” dedi, “ölmek ne
kadar da aptal bir düşünce!”
Burası Hiçli… Burada yaşamanın ön
koşulu ölmektir; yaşarken ölmek… İnsanlar tutunacak bir şey ararlar ve bu genelde
sizin hayatlarınız olur. Birileri sırf yükseklik korkusu var diye, sanki hiç
aşağıya düşmeyecekmiş gibi, tutunabildiği kadar çok dala tutunmaya çalışıyor.
Bütün ağaçları yok ediyorlar… Bu, hep böyle oldu… Ben hepsini gördüm.
Buradaydım… Ve her şey aşağı yukarı böyle olmuştu…
İnanmıyor musunuz? Tüm bu
anlatılanlara, o eski hikayelere… Sahi, bunlar gerçek miydi? Her şey tam da
böyle mi olmuştu? Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu ben de bilmiyorum… Hem
zaten kim gerçeği avuçları arasında tutabilir ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder