Gözlerimi açtım… Tepemde uçuşan sığırcık sürüleri,
gökyüzünde siyah lekeler bırakıp uzaklaşıyorlardı. Emin olmak için bir kez daha
baktım; gökyüzü, veda sözcükleri ile doluydu.
Kıyıya vuran dalgaların sesini takip edip insan boyunu aşan
ağaçların refakatinde sahile doğru yürüdüm. Bir sonsuzluk illüzyonundan ibaret
okyanusa, tıpkı tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu hissettirecek o anın
peşindeki biri gibi, yalvaran gözlerle baktım; ama hiçbir şey göremedim. Ufukta
beliren dev dalganın gölgesi güneşi yutmuş, her yer karanlığa gömülmüştü. Çocukken
olduğu gibi, karanlıkta tek başıma kaldığımda yine gözlerimi kapayıp sevdiğim
birini düşündüm… Bir an için kendimi sonsuz hissettim… Sonra…
…Bir dalga geldi, neyimiz var neyimiz yok aldı götürdü.
* * *
Gözlerimi açtım… Yatakta doğruldum ve büyük bir yıkımı
rahatsız edici bir sakinlikle karşılayan sanat filmi karakterleri gibi öylece
karşıya baktım. ‘Kusursuz’ dünyamı çepeçevre saran gülkurusu duvarlarda bir
çatlak aradım, her şeyin yıkılmasını sağlayacak küçücük bir çatlak… Bulamadım.
Her şey, ürkütücü derecede muntazamdı.
Tarihi eser niteliğine haiz, cumbalı, sarnıçlı, çok katlı,
çok katlılığını keyfe çeviren bir katlar arası servis asansörü olan ferahça bir
evde oturuyorum. Beni seven, çalışma arkadaşlarından hastalarına herkesin
hürmetini kazanmış, iyi kalpli bir eşim; başarısızlıklarımı telafi etmek
istercesine yaptıkları her şeyde başarılı olan harika iki çocuğum var… Peki, o
zaman neden hep aynı rüyayı görüyorum? Neden, içten içe dünyanın sonunun
gelmesini arzuluyorum? Neden tüm sahip olduklarım sanki tek ayağı aksak bir
masanın üzerinde her an düşecekmiş gibi duran camdan bir heykelmiş gibi
geliyor?
Bilmiyorum…
* * *
Kapının çalması ile birlikte tüm sorularımı, sonradan çocuklarımla
paylaşacağım değerli oyuncaklar gibi bir köşeye kaldırdım. Saate baktım… Saat, “bazı şeyler için çok
erken”di. Oğuz’un hastaneden dönmesine
daha bir saat vardı. Zaten o olsaydı mutlaka gelmeden önce arar, haber verirdi.
(Oğuz’un hayatındaki tek sürpriz, benimle evlenmesidir.)
Miskinliğime karşı verdiğim mücadeleyi kazanıp yataktan kalktım,
hırkamı aldım, asansörden inip kapıyı açtım. Dışarıda kimsecikler yoktu. Sokak,
o kadar boştu ki insan birkaç dakika içinde güneşin doğup dünyanın yeniden kurulacağına
kendini inandırmakta güçlük çekiyordu. Tam suçu mahallenin münasebetsiz
veletlerine yıkıp kapıyı kapatacaktım ki paspasın üzerinde duran kırmızı bir
zarf gözüme ilişti. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu... Oğuz, insanın canını
sıkma alanında ihtisas yapmış o doktor arkadaşlarını davet ettiğimiz akşamların
birinde, isimsiz zarflardan, zarfların içinden çıkan zehirli tozlardan ve o
sırada başka şeyler düşünüyor olduğumdan şu an hatırlayamadığım daha birçok “insan
sağlığını tehdit eden” durumdan bahsetmişti… Yine de bunların hiçbiri zarfı
açmama engel olamadı.
Zarfın içinden bir mektup çıktı… Merdivenlere oturdum, mektubu
okumaya başladım.
*****************************************************************************************************************
‘Özlenen’e…
Elimde hala anlatılmamış bir hikaye vardı… Bilmeni istedim.
1980’lerin sonuydu… Kendini oyun dışı kalmış hisseden herkes gibi biz
de gözlerimizi Seattle’da açmıştık. John Hughes filmlerinden fırlamış
karakterler gibiydik; büyüyünce, bir
zamanlar nasıl da umut dolu çocuklar olduğumuzu unutmaktan korkuyorduk.
Akşam, önünden geçerken açık olduğunu anlamanın mümkün olmadığı,
mezarlık kadar sessiz bir balo salonunda çalacaktık. Salon, Vahşi Batı’nın
iskana yeni açıldığı zamanlara ait köhne kulübelere benziyordu. Ayaklarımızı
sürüye sürüye, her adımımızla birlikte şu hayatta bir şeyleri yanlış yapıyor
olabileceğimizden biraz daha fazla şüphelenerek, salondan içeriye girdik. En son giren M’yi de kapıyı usulca kapatması
için tembihledik. Kapıyı hızla çarpacak olursak binanın üzerimize
çökebileceğinden korkuyorduk.
* * *
Bir hafta öncesinde Paris’teydik…
Yine böyle intihara meyilli bir binaydı, her an kendine bir şeyler
yapacakmış gibi bir havası vardı. Duvardaki küçük çatlaklar, bir akarsuyun
kollarının havzasında toplanması gibi bir noktadan sonra birbirleriyle
birleşiyordu… Birleşme noktasına baktım, dokunsam sanki her şey yerle bir
olacaktı…
Nefes alamıyordum, kimselerin beni bulamayacağı su dolu bir varilin
içine düşmüştüm. Kafamı o varilden çıkarmaya fırsat bulur bulmaz tüm gücümle
nefes aldım. Koca bir şehir ciğerlerime doluverdi. Sadece Eiffel’in altında
fotoğraf çektiren aşıklar değil, şehrin hafızasında birinin aşkına konu olmuş
ne varsa hepsi benim bir parçam oluverdi. Sabah İnvalides’teki metro durağında
gördüğüm kıvırcık saçlı kız sanki bir kez daha yanımdan geçti. Bir an için onu
yakınımda, yakından da öte, kalbimin derinliklerinde hissettim.
Trocadero’daki aptal bir apartman dairesinde, iğne atsanız yere
düşmeyecek bir kalabalığın önünde çaldığımız o akşam, ne zaman içimi derin bir
keder kaplasa onun yüzünü gözümün önüne getirmeye çalıştım… Sahi, niye o akşam
o kadar üzüntülüydüm? Ne diye ikide bir “Bizim burada ne işimiz var?” diye
düşünüyordum? Sabah Eiffel’in merdivenlerinde de aynı şeyi düşünmüştüm…
Kıvırcık saçlı kız… Ne diye öylece peşine takılıp gitmedim ki?
* * *
Birileri hemen bir arama kurtarma ekibi çağırmalıydı! Salon yıkılmak
üzereydi; ama yıkılmasa dahi içeride kurtarılmayı bekleyen bunca insan varken
bu, her halükarda son derece faydalı bir hamle olacaktı! M, işlerin iyi
gitmediğini anlayıp hemen kendini sahneye attı, bateriye geçti, çubukları
birbirine vurdu ve biz nasıl olduğunu bile anlamadan prova başladı. Zaten bir
süre daha hiçbir şey yapmadan durmaya devam etseydik, salon yıkılmasa bile biz,
hevesi pamuk ipliğine bağlı insanlar, dinamitle patlatılan binalar gibi kendi
üzerimize çöküverecektik.
* * *
Balo salonundaki konser ve sonrasında M’nin odasına çekilip, sonradan
hatırlanmayacak kadar önemsiz otelin birinde kendini vurması… Bunlarla ilgili ne
zaman bir şeyler hatırlayacak gibi olsam aklıma birlikte geçiremediğimiz günler
geliyor. Sonra o günlere dair hayaller kurmaya başlıyorum. Kimi günler gün
içinde kendi yaşadığım gerçekliği bu hayallere kurban ettiğim oluyor; öğle
aralarında, bazen işte bilgisayar ekranına bakarken ya da akşam son metroyla
eve dönerken… M, bizim çocukları toplamış; yüzünde her şeyin güzel olacağını
anlatan bir gülümseme var yine. Cobain’i arıyor, “Çocuklarla toplandık, sen de
gel, yalnızken kafanda kuruyorsun!” diyor. Cobain, gülümseyip gelemeyeceğini
söylüyor. Washington’a dönmüş, ünlü olmaktan vazgeçmiş, orada mutlu bir hayat
yaşıyormuş. Gelemediğine ilk kez seviniyoruz. Layne Staley, Alice in Chains’te
söylemeye devam ediyor, turnedelermiş... R.E.M, Vedder, Cornell gelmeye
çalışacaklarını söylüyorlar. Sonra M, bana dönüyor ve “Rockçılara güven
olmuyor… Zeppelin hariç ama!” diyor! Sonra da John Dunham’ın dünyanın en iyi
davulcusu olduğu ile ilgili bir şeyler anlatıyor ve bunu yine sanki dünyanın en
önemli meselesinden bahsediyormuş gibi yapıyor.
Onu ve sabahlara kadar konuşup, gelecek hayallerimizi kendimize yastık
yaptığımız o günleri çok özlüyorum…
O zamanlar aptallıklarına doymayan, hayalperest iki küçük çocuktuk… M,
bazı akşamlar bize gelirdi, verandada oturup saatlerce müzik hakkında
konuşurduk. İflah olmaz bir John Bonham hayranıydı. O zamanlar da sürekli Led
Zeppelin tişörtleri giyer, “John Bonham dünyanın en iyi davulcusuydu!” deyip
dururdu. Saatlerce sadece ikimizin anlayabileceğini düşündüğümüz şeylerden
konuşurduk da sonunda konu hep bir şekilde Led Zeppelin’e gelirdi. Yine öyle
oldu…
Bugün, eski fotoğraflara bakıyordum…
Seattle'a gidip her şeyi mahvetmeden bir hafta önce, o Paris’teki ev partisinde
çektirmiştik. M’nin üzerinde "Bonzo" yazan bir tişört vardı. Onu görünce o günle ilgili anılar zihnimde
tekrar canlanmaya başladı. Zaten bu yazıyı da o yüzden yazıyorum sana... Bu
arada yıllardır hiç konuşmadık, umarım iyisindir… Ben… Neyse, Paris’ten
bahsediyordum… O gün, partiden birkaç saat evvel M’yi balkonda tek başına,
düşünceli bir şekilde manzarayı izlerken yakalamıştım. Beni görünce
gülümsemişti... Onu o durumda gülümsemek zorunda bıraktığım için üzgünüm… M'i
hiç bu kadar hüzünlü görmemiştim. Yanına geldiğimde neyi olduğunu sordum.
“Bazen gün sadece geçer… Başka hiçbir şey olmaz... Bu çok da kötü bir şey
değil...” dedi. Aşağıya baktıktan sonra devam etti, “Başlamak için çok
yorgunum... Babamın haklı çıkması hiç hoş olmayacak…”
M’nin babasıyla arası kötüydü. Babası, hayatını bir hiç uğruna
harcadığını düşünürdü. Bu doğru değildi… Hiçbirimiz başaramadık ama inan, bir
hiç uğruna değildi...
Bazı şeylerin önüne geçilemiyor… Orada doğmasaydık, siz M ile
tanışmasaydınız, biz müziği bu kadar sevmeseydik, ben o kıvırcık saçlı kızın
peşinden gitseydim, siz hiç ayrılmasaydınız, bu tamamen başka bir hikaye
olsaydı ve yazarı ben değil de bir başkası olsaydı… Yine de mutlu olmayı beceremeyecekmişiz
gibi geliyor. Neyse, biraz uzattım, üzücü şeyler hakkında konuşurken çenem
düşüyor! Bu arada neredeyse unutuyordum, bu hafta sonu Paris’te olacağım. Eğer
gelirsen eski günlerden konuşuruz, şu sıralar hep o günleri düşünüyorum. Umarım
gelirsin, konuşacak birine o kadar ihtiyacım var ki…
Bir şey daha (Bu son, söz!)… Paris’teki partinin de Seattle’daki
konserin de son şarkısı senin içindi! (Evet, Led Zeppelin!) M’nin en sevdiği
şarkıydı(Hangi olduğunu biliyorsun) ve en sevdiği insana armağan edilmişti…
Seni ve M'yi her zaman bir kardeş kadar yakın görmüş, eski dostunuz Henry.
Birkaç dakika hareket etmeden öylece durdum… Şimdi dönüp baktığımda
sanki başka bir hayata ait gibi gelen tüm o anıları düşündüm… 25 yıldır
görmediğim Henry’yi, dünyayı değiştirme hevesiyle yanıp tutuştuğumuz o günleri
ve hayatta ilk defa her şeyin bir anlamı varmış gibi hissetmemi sağlayan adamı
hatırladım… Bir faydası olmadığını bilmeme rağmen eğer ayrılmasaydık yine de
kendini öldürür müydü diye düşündüm… Keşke elimden bir şey gelebilseydi ama M,
bir parçası olduğu tüm hikayeleri kıl payı kaybeden o kaybetmeye meyilli adamlardandı,
ne yapıp edip bu hikayeyi bir trajediye çevirmenin bir yolunu bulacaktı… Yine
de keşke daha çok vakit geçirseydik… Daha çok gülseydik ve daha çok ağlasaydık…
O da olmadı, en azından birbirimiz olmadan yaşamayı öğrenseydik…
Yapamadık.
* * *
Oğuz’un arabasının sesini duydum… Bahçe kapısının açılma
sesiyle birlikte mektubu hırkamın cebine attım. Oğuz, içeri girdi. Adımlarını
duyabiliyordum. Kafamı kaldırdığımda karşımda dikiliyordu. Gülümsedi. Güneş ile arama girince üzerime bir karanlık
çöktü, her zamanki gibi karanlıktayken yine onu düşündüm.
Sonra… Sonra ben de gülümsedim, içeri gidip çocukları
kaldırdım. Hep birlikte kahvaltı ettik. Eskilerden bir şarkı açtım, “Stairway
to Heaven” çaldı. Oğuz, bildiği tek Led Zeppelin şarkısına tempo tutmaya
başladı. İçimden “Keşke ‘Thank You’ çalsaydı” dedim… Çünkü ben en çok onu
seviyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder