Gökyüzüne
erişmek için birbirleriyle yarışan çok katlı blokların arasından 117. Cadde’nin
sonuna doğru yürüyorum. Tek yaptıkları, zengin kadınların keyif düşkünü
kocalarını takip etmek olan ikinci sınıf dedektiflerin kaldığı Sahil Otel’in
önünden geçiyorum. Sahil Otel’in tepesinde beliren hologram pin up kızı,
potansiyel müşterilerin kalbini çalmak için sahte bir öpücük gönderiyor. İkinci
Dünya Savaşı’ndaki askerleri avutan kartpostallar gibi o da sadece görevini
yapıyor, yoksa bugün de kimsenin kimseyi kurtaracağı yok…
Giderek bir
buz pistine daha çok benzeyen cadde boyunca uzanan dükkanlar, dışarıya açık
içlerine kapanık bir vaziyette, gönülsüzce müşteri bekliyorlar. Zaten kimsenin de geleceği yok; herkes sanki büyük bir yıkımı en az hasarla atlatabilmek için kendini
sığınaklara atmış da dışarıda yalnızca Don Kişot’luk oynamaya meraklı bir avuç
insan kalmış... Böyle günlerden nefret ediyorum. İnsanı yalnızlıktan çıldırmış bilim adamlarının dünyayı kurtarmaya çalıştığı
o acınası hikayelerden birindeymiş gibi hissettiriyorlar. Sanki her şey ellerindeymiş
ama elinden bir şey gelmiyormuş gibi…
Oysa bugün,
güzel bir gün olmalıydı. Sonuçta insan, her gün sevdiğini görmüyor…
* * *
Caddenin
sonundaki Lübnan restoranından sağa döndükten sonra telefonuma bakıyorum.
“Hayatının kadınına 100 metre” yazıyor. Yürümeye devam ediyorum… Organ
bekleyenlerin, hastalığının çaresi bulunana dek dondurulmak isteyenlerin, zihni
bedenden münezzeh bir hale getirmek için yatırım yapan ölümsüzlük sevdalısı
çılgın milyarderlerin, savaş suçlularının ve savaş suçluları yüzünden sakat
kalanların, birkaç dolarlık aşıya erişimi olmadığı için ölümü bekleyenlerin,
buna yaşamak denmeyeceğini bile bile hastalarına “yaşayacaksın” diye yalan
söyleyenlerin önlü arkalı dizildiği, sonu cehenneme çıkan bir yolda yürüyorum. Hepsinin
gözü üzerimde, sanki söylemek istedikleri bir şey var da bir türlü
söyleyemiyorlar. O an büyük bir mahcubiyet çöküyor üzerime. Gördüğüm tüm o yüzler,
annemden sakladığım bir günah, öğretmenime itiraf edemediğim bir yaramazlık
oluyorlar. Babama anlatamadıklarım gibi yer ediyorlar kalbimde... Kalbimde bir çukur var, anlatamadığım
hikayelerin yazamadığım karakterlerin ağırlığıyla günden güne derinleşen… Ne
yapsam dolmuyor.
Derin bir
nefes alıyorum, gözümü açıp kapatıyorum; cadde üzerinde kim var kim yok, hepsi
kayboluveriyor.
* * *
En son yıllar önce gelmiştik buraya... Meksika’ya
uçtuğum akşamdı… Başını omzuma koymuştun. Birlikte saatlerce susmuştuk. Sonra sen “Sonunda
elimizde yalnızca pişmanlık kalacak diye çok korkuyorum” demiştin. Benim bir
hiç uğruna her şeyi mahvetmemden korkuyordun. Sonra yine susmuştuk. Sana itiraf
etmek istediğim şeyler vardı; ama ben onun yerine evlilik teklif etmeyi tercih
etmiştim.“Bizi mutlu bir geleceğin beklediğine inanmam için bunu
yapmana gerek yoktu” diye cevap vermiştin. İnanarak mı söylemiştim yoksa
ihtiyacımız olan cümleyi mi arıyordum, bilmiyorum ama “Her şey çok güzel
olacak” demiştim sana. Sen gülmüştün…
Öyle güzel gülmüştün ki tüm zanaatkarlar işlerine tekrar dört elle sarılmıştı.
Hayatın sillesini yiyen tüm boksörler düştükleri yerden kalkıp hayata ringi dar
etmişti. Gökyüzü, yüzyıllar sonra yeniden, kafasını kaldırıp göğe bakan
herkesin imdadına yetişecek kadar yardımsever görünmüştü. Tam o anda, evrenlerin
birinde babam bir radyonun başında Gerd Müller’in attığı golü dinlerken uyuyakalmış;
annem, arkadaşlarıyla birlikte gittiği bir Ayhan Işık filminden yeni çıkmanın
verdiği hisle hülyalara dalmış; dedem, odasının
penceresinden dışarıya baktığında bu kez dış cephe mantolaması yapılan karşı binayı
değil, Selanik’te geçirdiği bir yaz gününü görmeyi başarmıştı.
Her şey, ilk defa ‘tam zamanında’ ve ‘yerli yerindeydi.
Ellerini tutmuştum, gülümsemenin ışıltısı kaybolmadan dudağının kenarından öpmüştüm seni. Gözlerimin içine bakmıştın, bakışlarında ilahi bir bağışlayıcılık vardı. Yanağımı okşamış, sonra da New York’tayken gittiğimiz şu Yunan isimli Türk lokantasında söylediğin o şarkıyı mırıldanmıştın.
Biliyor
musun, hayatımda ilk defa o an, doktor olmamın bir anlamı varmış gibi gelmişti.
Oysa hep bir şair olmak istemiştim ben. Hatta yeteneğimin olmamasını kendime
dert etmiş, olur da güzel bir şiire denk gelirim, tekrar kalemi elime alırım
korkusundan şiir okuyamaz olmuştum.
O akşam sana
bir şiir okumuştum, hatırlıyor musun? Ben bir türlü hatırlayamıyorum... Neyse,
zaten o günden sonra ne o restorana gittim ne de şiir okudum. Kim bilir belki
birazdan seni gördüğümde her şeyin tekrar bir anlamı olur, bir şiir daha okurum sana...
Daha güzelini yazamadığım için şimdiden özür dilerim…
Daha güzelini yazamadığım için şimdiden özür dilerim…
* * *
Sonunda
restoranın kapısının önüne varıyorum, her şey son geldiğimizde
nasıl bıraktıysak öyle duruyor. Sanki o günden beri o masaya başka hiç kimse oturmamış… Sadece masa değil; sen de bıraktığımız gibisin, insana her şeyin bir anlamı olduğunu düşündürecek kadar güzelsin. Kıvırcık saçların ısrarla yüzüne düşüyor, sen kulağının
arkasına atıyorsun. Seni bunu yaparken görmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki...Yıllar sonra yeniden, hareketlerini hareketlerimde
hissediyorum.
Gelip
karşına oturuyorum hiçbir şey olmamış gibi. Tam ağzımı açıp neyim var neyim yoksa ortaya dökecek gibi
oluyorum, herkes o an ne yapıyorsa onu yapmayı bırakıp bana doğru dönüyor; susuyorum. Üzüntüyle bakıyorlar bana. Sanki beni teselli etmek ister gibi zoraki bir
gülümse konduruyorlar yüzlerine. Küçük bir kız çocuğu yanıma yaklaşıyor, elini
omzuma koyuyor:
“Artık yaşamıyor oluşu ne üzücü... Diğer taraftan, hangimiz yaşıyoruz ki?”
Alternatif
tedavileri incelemek için Meksika’ya gidişim, bir hafta sonra onun cenazesi
için dönüşüm, araştırma şirketlerinden aldığım milyonluk fonlara rağmen bir
türlü insanları yaşatmanın bir yolunu bulamamam, her şeyden vazgeçmem ve çoktan
sararıp solmuş bir geçmiş zaman gününün içinde yaşamayı seçmem. Her seferinde,
masaya oturup seni görüp o masaya oturduğum an hep aynı şey oluyor; bunun sadece bir anı olduğunu fark ediyorum... İşte, beni bu hayatta en çok bu öldürüyor.
Her
şey çok uzun zaman önce son buldu. Sen ölen kızı oynadın, ben onu kurtarabileceğini
sanan bilim adamını. Oysa benim bu hikayede bir rolüm olmamalıydı. Benim bir
şair olmam lazımdı. O zaman yaşardın belki... Keşke sana yazdığım o mutlu sonla biten
şiiri hatırlasaydım. Böylece daha mutsuzlarını yazmak zorunda kalmazdım.
Boş ver şimdi, yağmurdan kaçan bir
kedi gibi sığındığımız
o ölmeye yüz tutmuş, naftalin kokulu
sinemaları
Boş ver, başucunda bekleyip de bir
türlü uyandırmaya kıyamadığımız sabahları
Tüm buluşmalarımıza geç kalan
mutluluk denen şarlatanı.
Boş ver artık, ne zaman sarhoş olsan
söylediğin o Rumca şarkıyı…
Seni dudağının kenarından öpüşümü…
Saçlarının eskiden kıvırcık oluşunu…
Başının omzumda bıraktığı izi…
Ama en çok da her şeyi hala nasıl da
ilk günkü gibi hatırladığımı.
Boş ver gitsin hepsini.
Zaten sen öldükten sonra hiçbirinin
bir anlamı kalmadı.
Ellerin hala ellerimde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder