Eski
zamanlara ait bir pazar günüydü, istasyon diğer tüm hafta sonları olduğu gibi o
hafta sonu da içimize korku salacak kadar kalabalıktı. İstasyon bu kadar
kalabalık olduğunda kimlerin o gün orada olduğu meselesi birden önemsizleşirdi. Beklediğiniz
birinin gelişini kaçırabilirdiniz. Çok önemli bir şey söylemek istediğinizde ne
kadar uğraşırsanız uğraşın, isterseniz avazınız çıktığı kadar bağırın bir türlü
derdinizi anlatamazdınız. Kimse sizin derdinizle ilgilenemezdi. Kimse sizin
hikayenize ortak olamazdı. İstasyon bu kadar kalabalıkken hiç kimse bu kadar
tekilleşemezdi.
Bu
Pazar gününün böyle tekilleşebileceğini kim düşünebilirdi? Onun yıllar sonra
bir Pazar günü karşıma oturup bütün o meseleleri tek bir meseleye indireceğini,
hayatımda ilk defa sorunun ve çözümün kusursuz bir berraklığa kavuşacağını kim
tahmin edebilirdi? Bunca zamandır ümidini kaybetmeden bu istasyonda yaşayan kaç
kişi kalmıştık ki zaten?
O
kim miydi? O bende sevmekten da eskiydi. Bilip de hatırlayamadığım tüm o güzel
hikayeler gibi belli belirsiz bir hatırası düşse zihnime, içimi bir sıcaklık kaplardı. En güzel günümü
daha sevmenin adını koymadan yaşamıştım onunla. Onu tanıdığımda daha sevmenin
adı yoktu. Onu tanıdıkça sevmek bazı anlamlara gelmeye başladı.
Sonra
bir pazar günü, çokça pazar geçtikten sonra gelen o en güzel pazar günü, o geri
geldi…
Eski
günlerden bir fotoğraf saklıydı yüzünde; ama şu an karşımdaki haliyle,
gerçekte, tüm fotoğraflardan daha güzeldi.
“gittikçe güzelleşmişsin”
“aksine geride bırakıldıkça güzelleşiyorum ”
“geride kalan da değişir… hala aynı insanmış gibi
konuşuyorsun”
“Aynı insan değilim. Neden öyle düşündün? bu hiç
geçmeyecek mi sanıyordun? Bazen seni unuttuğum bile oldu”
“ nasıl hissettirdi?”
“taşınmak gibiydi…gittikten sonra sanki yeniden
doğmuş gibi hissediyorsun, her şey o kadar yeni ve keşfedilesi ki…yeni okulunu,
yeni mahalleni keşfe çıkarsın ya , işte unutmak öyle bir şey. “
“peki hatırlamak?”
“eski mahalledeki arkadaşlarını düşünüp onlara doğru
koşma isteği…”
“hiç koşabilenine rastlamadım”
Acı acı güldüm, başka bir noktaya bakıp aslında onun
gözlerini düşünerek konuştum
“ben gitmiştim”
“sen mi?”
Ona bakmıyordum ama gözleri çok güzeldi, anlatmaya
başladım.
“evet. 18 yaşındaydım, taşındığımızın üzerinden beş
yıl geçmişti. Eski arkadaşlarımı görmeye gittim. Onları bulacağımı düşündüğüm
yerde değillerdi, bunu tahmin ediyordum ama yine de bunu görmek beni şaşırttı…
biraz da hüzünlenmiştim diye hatırlıyorum. Nerede olabileceklerini düşündüm ve
aklıma hiçbir şey gelmedi. O an bir korkuya kapıldım…ya onları bulamazsam? Ya
aradaki açığı hiçbir zaman kapatamayacaksak? Korktum, geri dönmeye karar
verdim. Sanki unutmak devam etmemizi
sağlayan bir şeymiş gibi geldi.”
Söyleyecek doğru sözü aradık, ben onun için en güzel
cümlemi ararken o birden bire soruverdi, zaten hep birden bire olur böyle
şeyler:
“ kimseyi sevdin mi?”
Bu çok aniydi ama düşünmem gerekmiyordu. Sadece onun
da bunu düşünmesini istedim.
“senden önce mi, senden sonra mı?”
“çok geniş zamanlarda soruyorum bu soruyu”
“hayır, senden önce ve senden sonra hiç kimseyi
sevmedim”
“nasıl yaşadın?”
“ben çok geniş zamanlarda yaşamadım ki, sende
yaşadım. Sonrası zamansız felaketler ve güldürmeyen şakalardı.”
Bu sefer o acı acı gülümsedi.
“haksızlık yaptığını düşünüyorum.”
“hayata mı?”
“hayır bana.”
“neden?”
“beni çok fazla sevmişsin. Ben beklentileri hiç
karşılayamadım. Bunu bile bile beni sevmişsin, en azından bana sorman lazımdı”
“beni seviyor musun?”
“hangi filmde geçiyordu bu?”
“bir cinayet işleniyor, polisiye olmalı.”
“peki sonu sürprizli mi?”
“hayır, aslına bakarsan beklenmedik pek bir şey
yok.”
“gerçek gibi sanki”
“beni seviyor musun?”
“gerçek gibi sanki; ama hatırlamıyorum…”
Etraftaki insanlara baktım. Onları da hikayeye dahil
etmek biraz olsun azaltıyordu
üzüntüyü, biraz olsun hafifliyordu içimdeki sızı.
“insanlar neden hep birbirlerini en güzel halleri
ile hatırlamak isterler? Bu sana da garip gelmez mi? Ben senin dağınık
saçlarını, kitabının üstüne düşen
gölgeni, elinde kahvenle boş sokaklara düşen aydınlığı kısık gözlerle izlemeni
hatırlıyorum. Parmakların sarı kıvırcık saçlarının içinde kaybolmuş, başın
hafif yana eğik, dirseğinle koltuktan destek alırken haberleri seyretmeni
hiçbir şey unutturamıyor… bazen her şeyin çok acıklı olduğunu düşünüyorum, bir
tek sıradan ve bize ait olan o küçük anlarda bir şey saklıymış gibi geliyor. ”
Umutsuz bir ton yakaladı, onunla da devam etti.
“ya öyle değilse? Yani belki de tutunacak bir
yaşanmışlık derdindeyiz. Yoksa anlamsızlık girdabına sürüklenip yok olacağız.
sen boğulmamak için bana sarılıyorsundur…”
“ben sana boğulmak için sarılıyorum Miray, senin
gülümsemende kaybolmak için sana sarılmak istiyorum.”
“beni bu kadar çok mu seviyordun?”
Cevabını bildiği bir soru sordu bana, belki de
cevaplara inanmamaya başlamıştı.
“sen hiç birini gördüğünü hayal ettin mi? Bunu
düzenli olarak, sanki hayati bir ihtiyaçmış gibi yapmaktan bahsediyorum…Şans
eseri bir kafede rastlaştığınızı…sonra gülümseyerek masana kadar gelip karşına
oturduğunu…her gittiğin kafede bunun hayalini kurduğunu ve hayal bitip de
gerçeğe döndüğünde karşındaki garson kızın sipariş için senin kendine gelmeni
nezaketen açık etmediği bir acımayla dakikalardır beklediğini hiç tecrübe ettin
mi? Kalp kıran bir şarkı gibidir.”
Doğru olduğunu bildiği bir şeye inanmamak için
çabalıyordu sanki.
“nasıl oldu da ben gittiğimde içinde bu kadar acıklı
bir şarkı çaldı?”
“biliyor musun, ayrılık şarkıları insanlar
başkalarına gittikleri için acıklıdır. Bir yere değil de bir başkasına. Biz
ayrıldığımızda sen sanki başka birine gitmişsin gibi hissettim.”
“sen gitmedin mi?”
“sen başka birine gittin, ben karanlığa döndüm…en
sevdiğin şarkı hangisiydi?”
“bunun artık ne önemi var ki?”
Gülümsemeye çalıştım.
“sen kafeden içeri girip karşıma oturduğunda bu
şarkıyı çalacağım düşüncelerimde”
Düşünmeden cevapladı.
“sound of silence…”
“ eski dostum karanlık merhaba, tekrar konuşmak için
geldim seninle…”
“evet öyle der…ya seninki?”
Ben de düşünmedim.
“melancholy man…”
“ben bir melankoli adamıyım, işte ben buyum…ben çok
yalnız bir adamım… elimden geleni yaparım tüm dünya beni şaşkına çeviriyor ve
sanırım anlıyorum; büyümeye, beklemeye ve görmeye devam edeceğimizi.”
Bir kez daha gülümsedim, belli belirsiz, Miray gibi
gülümsedim.
“öyle”
“hiç durmak aklına gelmedi mi? Yani biz yaşıyoruz ve
bu zor, biliyorsun. Kolay olan aklına gelmedi mi?”
Yaşamla arasında ince bir bağ vardı, ipek gibiydi
onu uçurumun üstünde tutan ip, güzel ve hassas. Bazen böyle şeyler söylerdi,
hayalini bile düşünemezdim. Ben onun gibi güçlü değildim, ne kendimi ne de onu
kopan bir ipin ucunda görebiliyordum.
“vapurdan kendimi aşağıya bırakmak aklıma geldi ama
birileri bakıyordur diye vazgeçtim”
“ben… belki de bunu karşılaşma ihtimalimizi yok
etmek olarak görüyordum… ölmek sanki uzun bir tatile çıkmaktı. Kimsenin seni
bulamayacağı bir tatil kasabasına gittin mi hiç?”
“ben orada büyüdüm. Kimseler gelmezdi. Belki bu
yüzden seni bekleyebilecek gücü kendimde bulabildim. Sen hiç dönmeyecek birini
bekledin mi?”
“bekledim”
“nasıldı?”
“gülünç tesellilere bel bağlarsın; gökyüzünde,
denizde onun yüzünü görürsün. Onun mutlu olduğu senaryolar yaratırsın…en komiği
de ne biliyor musun? Onun seni gizlice izlediğine inanırsın. Sanki hayatında
olmasa da hala seni düşünüyor, seni gözlüyor…çok saçma ama bunu düşünmek o an
için seni mutlu eder”
Kimi beklediğini hiçbir zaman öğrenememiştim, o da
hiç anlatmamıştı.
“beni beklemeni o kadar çok isterdim ki…”
“beklemediğimi nereden biliyorsun?”
“sen kimseyi beklemezsin, durmaktan korkuyorsun
çünkü. Durduğunda aklını kurcalayan bir şeyler var, ne olduğunu bilmiyorum ama
durmana engel olduğunu biliyorum…beklemeyi sana anlatabilirim…her Pazar bu
istasyonda duran trenleri izlemektir beklemek.”
“neden Pazar günleri?”
“ilk geldiğin gün gibi olur diye düşündüm, eskisi
gibi olsun istedim”
“ya diğer günlerden birinde gelseydim?”
“gelmezdin. Güzel bir tatil gününün başlangıcında
gelecektin. Yaşanacak uzun bir günümüz olacaktı.”
“ tatilin son günü gelmem bir trajedi olmayacak
mıydı peki?”
Gözlerinin içine bakıp zoraki gülümsedim, kafamı
salladım.
“evet, hayatımızın trajedisi.”
“trenimin gelmesine 5 dakika var…”
“böyle durumlarda ne yapılır hiç bilmiyorum…beş
dakika için yaşamış olabilir miyim? Yani tüm bu olanlar, hepsi bir beş dakika
için miydi?”
“peki şimdi ne yapacağız?”
Aklıma hep en kötüsü gelirdi.
“ vedalaşmamız gerekiyor sanırım.”
“ben de kıl payı kurtulacağımızı hiç düşünmemiştim”
“o trene binip gittiğinde ne yapacaksın?”
“yaşayacağım, ya sen?”
“bekleyeceğim.”
Uzun uzun bana baktı ve çok bilmiş bir çocuk gibi
konuştu. Bazen bir çocuk kadar hassas olurdu; ama çok bilmiş bir çocuk gibi.
İşte o zaman her söylediği gerçek olurdu, sorgulayacak gücün olmazdı. Öylece
kabullenirdin…
“hiç gelmezsem bana kızar mısın?”
“…dünyada bundan daha güzel bir şey yok ki Miray,
senin bir trenden inip masama doğru yaklaşıp tam karşıma oturmanı, garson kıza
iki kişilik sipariş vermeyi, sonra senin sarı kıvırcık saçlarınla oynayışını
seyretmeyi, birbirimize gündelik olaylardan bahsedip görkemli bir trajedinin
içinde sıradanlaşıp öykünün ağırlığından kendimizi kurtarmamızı ve en
sonunda…tam her şeyi netleştireceğimiz bir an gelecekmiş gibi… mutluluğun en
saf halini deneyimleyecekmişiz gibi… hayata dair çok önemli bir gizemi çözecekmişiz
gibi… bunların olmasını arzuluyorum; ama başka bir şey olacak, biliyorum…en
sonunda...“
“en sonunda ne oluyor?”
“bir tren geliyor, her şeyimizi alıp gidiyor…”