12 Ağustos 2014 Salı

Öp beni, bunlar nasılsa son günlerimiz


Saat, altı ile yedi arasında kararsız kalmıştı. Artık beni oyuncağına çeviren bu hafıza yine bana bir oyun oynamıyorsa, ateşler içinde kavrulduğumuz bir Perşembe sabahıydı. Savaşı gördükten sonra “kimse kurtarılamaz” dinine geçen babam, kendisi için angaryaya dönmüş o kalp ameliyatlarından birine daha girmek üzere hastanenin yolunu tutuvermişti… İnanın bana, babamın gerçekte nasıl bir insan olduğunu bilselerdi bırakın onu ameliyata çağırmayı, doktor olmasına bile izin vermezlerdi! Kalbi olmayan birinin kalple ilgili böyle mühim meselelerde söz sahibi olması hepimiz adına büyük bir talihsizlik…

Babamın yanında olduğundan daha vicdanlı görünen annemse, babamın evde olmadığı diğer tüm gecelerde olduğu gibi yine salondaki L koltuğun şeklini almış, içinde bizim olmadığımıza emin olduğum renkli rüyalar görmekle meşguldü… Uyumadığında da rüya görürdü annem. Zaten ne zaman gerçek hayata dair bir hikayenin parçası olsa, hemen uykusu geliverirdi. O zamanlar annemin beni sevmediğini, onun için bir hayal kırıklığı olduğumu düşünürdüm. Mutsuzluğunda sanki benim de bir payım varmış gibi kendimi suçlayıp dururdum; öyle değilmiş… O, aslında gerçek bir hayata sahip olmanın yarattığı fanilik hissini sevmiyormuş, konunun hiçbir zaman benimle bir alakası olmamış. Bunu birkaç yıl sonra annem, bütün bu olanlara dayanamadığını söyleyip Norveç’e gittiğinde ancak öğrenebilecektim.

O günden sonra onu bir daha görmedim... Yanlış hatırlamıyorsam karlı bir gündü, hastaydım, ateşim çıkmıştı. Belki de uyduruyorumdur ama kapıdan çıkmadan evvel dönüp bana baktığını ve gülümsediğini hatırlıyorum… Çok ateşim olduğu için net göremiyordum, sanki tüm olan biteni denizin dibinden seyrediyor gibiydim. Yine de kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda suyun yüzeyinde dalgalanan bir siluetin bana bakıp gülümsediğine yemin edebilirim… Ama dediğim gibi, iyi değildim, belki de öyle olmamıştır…

Olur da karşılaşırız, ona “Neden?” diye sorarım, o da çocuğunu terk eden reality show annelerinin aksine gözyaşları içinde benden af dilemeyip sadece “Gitmem lazımdı…” der diye korktum, peşinden gitmeyi göze alamadım. Hayatım boyunca Norveç’in yakınından bile geçmedim… Annemi çocuğunu terk ettiği için pişman olan bir kadın olarak hatırlamak, işime geliyordu belki de. Bu sayede onun bir kader kurbanı olduğuna kendimi inandırabiliyordum. “Başka türlüsü mümkün olsaydı böyle davranmazdı” diyordum kendi kendime… Ne yapayım, bazı yalanlar ağza iyi oturuyorlar, duyduğun an inanıveriyorsun.

* * *

Odamdan çıktım, işini iyi yapan bir kiralık katil gibi ardımda hiç iz bırakmadan bahçeye doğru süzülüverdim. Bahçe kapısının kancasını kaldırdım, durdum, demirin sesine uyanan hiçbir canlı olmadığından emin olduktan sonra ürkek adımlarla geçide yürümeye başladım. Ateşkes zamanlarıydı, ne gökyüzü ne de toprak kırmızıya çalıyordu.  Geçitten tarafsız bölgeye geçtim. Tepelerin oraya gidip içlerinden en yükseğine tırmandım, gökyüzüne daha yakın olabilmek için. Bazı geceler, eğer insanlar birbirlerini öldürmeye ara vermişse, tepelere gidip gökyüzünü seyrederdim. Tepe dediğime bakmayın, NATO’nun yaptığı inşaatlardan biri yarım kalmıştı da kumlarını buraya taşımışlardı. Bu yüzden daha çok çöldeki kumulları andırıyordu. Tabii 9 yaşındayken böyle kavramsal tartışmalara girmiyorsunuz; tepeydi işte, bildiğimiz tepe.

Sanki yeterince yükseğe çıkabilirseniz yeryüzündeki tüm acılar ilelebet sizden uzak olacakmış gibi hissediyordunuz. Savaştan, gelecek kaygısından, sevgisizlikten, yıkıntıların ortasında daha da belirginleşen yalnızlığımızdan, hiçlik duygusundan, ne okulun son zilinin ne de Pazar kahvaltılarının artık bir anlama gelmediği gerçeğinden, büyüdükçe kalbi ölen insanlardan uzakta bir yaşantı… Birkaç saatliğine de olsa, anne babama ve dünyadaki diğer tüm o insanlara çaktırmadan, kendi krallığımın topraklarında, sadece beni bir süre daha hayatta tutmaya yarayacak avuntuların peşinde koşmak… Hepsi şimdi o kadar uzak ki olur da birkaç gün düşünmeyecek olsam, bir daha o günleri hiç hatırlayamayacakmışım gibi geliyor…
Ateşkesin son günüydü. Nereden duyduğumu hatırlayamadığım bir şarkı, kafamın içinde yankılanıp duruyordu.

“Öp beni… Bunlar nasılsa son günlerimiz…”

Tepenin üzerinde oturmuş, gökyüzündeki yıldızlara bakıyordu. Yukarıya tırmanıp yanına oturdum. Her şey sona ermek üzereyken korkularınız da umutlarınızla birlikte sizi terk ediyor, beni gördüğünde hiç korkmamasına buna bağlıyorum… İki yabancı olarak yan yana oturup dünyanın sonunun gelmesini beklemeye başladık… Artık okula gitmediğini söyledi. Artık piyano çalmadığımı söyledim. Artık babasını özlemediğini söyledi. Artık çizgi film seyretmediğimi söyledim… Sustuk, artık hiçbir şeyin bir önemi kalmadığını bilerek.

Bir gökyüzündeki yıldızlara, bir de yüzündeki gülümsemeye baktım. İnanın bana, siz de hangisinin daha parlak olduğunu kestiremezdiniz! Eğer sabah erken kalkıp, hiçbir şey olmamış gibi bizimkilerle kahvaltıya oturmam gerekmeseydi tüm ömrümü orada geçirebilirdim. Gitmek istemiyordum. Sürekli olarak bir şeylerin peşinde koşup birilerine laf anlatmaya çalışarak geçiyordu ömür. Düşüncesi bile uykumu getiriyordu, sonsuza kadar uyuyasım geliyordu. Hem ben gidersem… O tek başına ne yapacaktı? Birkaç saat sonra sevdiği her şeyi kaybedeceği bir günü karşılayacak olan o kız için ne yapabileceğimi düşündüm… Keşke onun için bir şeyler yapabilseydim. İleride kendini derin bir yalnızlığın ortasında bulup, hayal meyal hatırladığı o geçmiş zaman insanlarına sarılmak zorunda kaldığında “Evet, o küçük çocuk seni hala hatırlıyor” diyebilseydim mesela. Keşke şimdi benim de zor bir hayatım olduğunu, insanların bir şekilde hayatta kaldığını, geçmişe saplanarak yaşanamayacağını kendisine söylemenin bir yolunu bulabilseydim. Tabii birilerini kaybettikten sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını bilen biri olarak böyle şeyler söylemem büyük sahtekarlık, biliyorum; ama elimden başka türlüsü gelmiyor. Keşke gelseydi…

* * *

Akşam dışarı çıkmanın bir heyecanı kalmadığında biter çocukluk; dışarıda keşfetmeye değer bir şey kalmışsa bile senin onu keşfetmeye halin olmadığında… Şimdi ikimiz de çocuk değiliz. Yaşıyorsa onun da benim gibi türlü mutsuzluklarla boğuştuğunu ve bunu üzerimize bir karabasan gibi çöken o çocukluk günlerimize bağladığını düşünüyorum. Belki de kendimi yalnız hissetmemek için onun da benimkine benzer bir hikayesi olduğuna inanmak istiyorumdur, bilmiyorum… Yine de bazen, ne söylersek söyleyelim birbirimizi asla anlayamayacağımızı söyleyen o Praglı yazar gibi, kimsenin aslında ne demek istediğimi anlamadığını düşünüyorum. Aptalca ama o anlarda beni bir tek o anlayabilecekmiş gibi geliyor.

30 yıl sonra aynı tepede buluşsak… Gözlerinin içine baksam… Bombalar üzerimize yağarken, çölün üzeri turuncu bir renkle kaplanmışken, ikimiz de yaşamak için fazla kaybetmiş hissediyorken “Öp beni… Bunlar nasılsa son günlerimiz…” diyebilsem. Ama yapamam, biliyorum. Uzun uzun konuşur, sonunda da hikayedeki rolümü layığıyla oynadığıma kendimi inandırır, bunun tesellisiyle öylece çekip giderim… Bilmiyorum, o kadar çok konuştuktan sonra “Bir cümle eksik söyledin…” denmesini bekliyorum belki de. Dönüp de “Seni Seviyorum” diyebilmek için… Ya da “Beni ‘merhaba’ kısmında kazanmıştın, bu kadar uzun bir konuşmaya gerek yoktu” denmesini…

Artık her şey için çok geç olmasaydı bunların hiçbirini yazamazdım. Yakında hiçbir şeyin bir önemi kalmayacak zaten. Teknoloji Bakanlığı yarın “Sonsuzluk Projesi”ni devreye sokuyor. Bedenlerimiz, çürümüş birer kabuk gibi bir köşeye atılacak. Zihinlerimiz, ATV isimli aletlerle konak makinelere aktarılacak. Bizi biz yapan hiçbir şeyi kaybetmeyeceğimizi söylüyorlar... Bu, koca bir yalan! Zamanla hepsi silinip yok olacak, biliyorum. Bu yüzden hatıralara tutunmaya çalışıyorum ne kadar acı verici olduklarını bile bile… Senin yüzün aklıma geliyor, hala bir şeyler hissedebiliyorken birine teşekkür etmeyi çok isterdim. Hayatta hiç kimseye teşekkür etmedim… Kimseden özür dilemedim. Şimdi özür dilemek istiyorum… Bombalar için… Yaşayamadığınız çocukluğunuz için… En çok da seni bulup teşekkür etmek istiyorum; her şeye rağmen devam etmem konusunda bana cesaret veren o gözler için… Umarım seni seven insanlarla birlikte mutlu bir hayat yaşıyorsundur… Öyle değilse de mutlu olmaya bak, bunlar nasılsa son günlerimiz.



14 Haziran 2014 Cumartesi

Nasıl anlatsam bilemiyorum



“Her şeyden önce, iyi bir hikayen olacak. İyi bir hikayen yoksa hiç bu işlere kalkışmayacaksın…”

Şu anda Bolivya dolaylarında olmalıydım. Sorsan haritada bile gösteremem ama inan bana, orada olmam gerekiyor! Yok, vazgeçtim sorma; sen sorsan heyecanlanırım ben, elim ayağıma dolanır, yanlışlıkla Ümit Burnu’nu gösterip “Yok yok, burası Hindistan herhalde” derim. Konumuzun Hindistan’la hiç alakası olmamasına rağmen yaparım bunu, ben kendimi biliyorum.

Bunca yıllık faydasızım, hayatta elle tutulur tek bir başarım yok; ama olsun, benim bir an evvel Bolivya’ya gitmem gerekiyor, La Paz’a. Motorumu Amazon Ormanları’na doğru sürüp “Ölüm Yolu”ndan geçmeliyim; olur da hayatta kalırım diye korkmadan.
Uzak yerlere gitmeliyim. Bir başka hikayenin başlangıcına yetişmeliyim. Yeni bir hikayeyle dönmeliyim buralara, hayatla başa çıkabilmek için artık elimde bir koz varmış gibi hissettirecek bir hikayeyle.

Tüm bunların benim bir türlü İngilizce öğrenemem ve Özge’nin ilk görüşte aşık olunacak o kızlardan biri olmasıyla bir alakasının olması ne kadar da tuhaf!

* * *

Özge, gözlerini bana doğrultmuş, “Her şey çok güzel olacak” diyen bir hikaye kişisi şefkatiyle “Can… Could…” falan diyor. Gözlerindeki bağışlayıcılığa sığınıp “Yapamam Özge…  İngilizce ve ben; biz birbirimize biraz geç kaldık…” diyorum. Özge,  sanki tüm bu olanlar daha önce de olmuş, sanki tüm Neo’ların aşık olduğu Trinity’miş gibi bakıyor bana. İşte o an ben, herkesin tek umudu oluveriyorum.  “Zamanla her şey düzelecek, birlikte Past Perfect Continuous’u bile atlatacağız!” diyorum. Özge, son zamanlarda İngilizce’yi iyice boşladığımı, konu olarak planın epey gerisinde kaldığımızı söylüyor.

Özge, insanlık tarihindeki en büyük ilerlemelerin, tarihin en büyük maddi ve manevi yıkımlarının kalıntıları üzerinde can bulduğunu bilmiyor herhalde!

Özge’ye çaktırmıyorum ama hiç hesapta olmayan İngilizce derslerinin o yürek dağlayan ücretleri yüzünden içimde finans müdürüyken istifa edip güneydeki bir emekli kasabasında komünal yaşama başlayan, permakültürcü bir antikapitalist peydah oldu! Dünyanın tüm para birimlerine ayrı ayrı küstüm. Kirayı ev sahibine öpücükle ödemeyi düşünür oldum; çaresizliğimin Everest’ine tüpsüz tırmandım. Tabii bütün bunların yaşadığım manevi yıkımın yanında lafı bile olmaz! Ah, bir gülümsese, sonra hiç beklemediğim bir anda sarılsa bana; size yemin ederim o an faniliğimi unutur, tanrılar dağında kırk gün kırk gecelik bir şölen düzenlerim!

* * *

Özge, “Bırakalım mı?” diyor, derin bir kuyudan yukarı tırmanıp hayaller aleminden çıkıveriyorum, “Ama daha ben seni ne kadar sevdiğimi söyleyecektim!” diyecek gibi oluyorum; vazgeçiyorum. “Neden?” diyorum, gözlerini kaçıyor, cevap vermiyor. O gözlerini kaçırdı diye civar muhitlerdeki evlerin ışıkları sönüyor. Çocuklar, mutlu sonlara olan inançlarını tazelemek için anne babalarını uyandırıp o masalı tekrar okumalarını istiyor. Yazarlar, "acaba bir yanlış yaptık da Özge'nin kalbini mi kırdık?" diye evhamlanıyor, yazdıkları tüm hikayeleri tekrar elden geçiriyor. Bense öylece bakıyorum gözlerinin içine, belki hem bu dünyada kalıp hem de ondan kurtulmak için bildiği bir yol vardır diye. 

Beşinci kez aynı soruyu sormamın üzerinden tam 13 dakika geçtikten sonra Özge nihayet ilk cümlesini kuruyor. “Benim gitmem lazım…” Kitabı kapatıp çantasına atıyor. Kalkıp kapıya doğru yöneliyor, portmantodan kırmızı mantosunu alıyor ve çıkmadan önce bana dönüp “Bir süre derslere ara versek olur mu?” diyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum, zoraki yuvarlayıveriyorum kelimeleri:

 “Olur…” 

“Tabii ki de olmaz, hiçbir yere gidemezsin. Daha sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki! Daha sana çocukken geçirdiğim tüm o aptal yazları anlatacağım. Sen sıkılsan bile nezaketinden bir şey diyemeyeceksin,  yüzünde hafif bir tebessümle dinlemeye devam edeceksin beni. Ben senin nezaketinden yüz bulacağım, Sunay Akın gibi anlatacağım neyim var neyim yoksa sana. Kendi hikayemin sıkıcılığı aklıma bile gelmeyecek, sırf dinleyeni sensin diye. Çünkü kelimeler yalnızca senin için kullanıldıklarında bir anlam ifade ediyorlar ve tüm ömrüm boyunca ne öğrendiysem hepsi sırf sana bunları söyleyebilmek içindi. Sırf sana derdimi anlatmanın bir yolunu bulmama yardımcı olur diye İngilizce’ye bir şans verdim ben, onu sevmeye çalıştım. Belki senin beni sevmene bir yardımı dokunur diye.  “Yes, i can” deyip ortalarda dolandım.  Yalan da değil, hala başarabilirim…  Gitme…”

Diyemedim…  Onun yerine, “Anlatsaydın dinlerdim…” dedim. Baktı, nezaketle gülümsedi:

 “Babamı özlüyorum…” 

* * *

Bakışlarını kaçırdı, mantosunun düğmelerini kurcaladı, bir öğretmenden çok mahcup bir çocuk gibiydi şimdi.  Anlatmaya başladı... Benim amaçsızca geçen çocukluk yazlarımı anlatacağım gibi anlattı; bin gece anlatsa bin birincisinde “Haydi, baştan anlat” derdim…

Ben, hep benim hikayem eksik, o yüzden olmuyor sanırdım; meğerse başkalarının hikayeleri fazlaymış,  ondanmış. Özge anlattıkça o fazlalıklarından kurtuldu, ben eksiklerimi kapattım, her kelimeyle birlikte birbirimize biraz daha yaklaştık. Bir ara “Keşke hep anlatsak, dinlesek; hiç yaşamasak” dedim... Gerçi yaşayınca da olmuyor, ne kadar yaşasak o kadar tükeniyoruz...
Nasıl yapsak onu? Yapabilir miyiz ki? Galiba yapabiliriz; yes, we can! 

Doğru mu dedim acaba, böyle mi kullanılıyordu? Özge?


13 Nisan 2014 Pazar

Cennete yetişmiyordu merdiven


1980’lerin sonuydu… Kendini oyun dışı kalmış hisseden herkes gibi biz de gözlerimizi Seattle’da açmıştık. John Hughes filmlerinden fırlamış karakterler gibiydik; büyüyünce,  bir zamanlar nasıl umut dolu çocuklar olduğumuzu unutmaktan korkuyorduk. 

Akşam, önünden geçerken açık olduğunu anlamanın mümkün olmadığı, mezarlık kadar sessiz bir balo salonunda çalacaktık. Salon, Vahşi Batı’nın iskana yeni açıldığı zamanlara ait köhne kulübelere benziyordu. Ayaklarımızı sürüye sürüye, her adımımızla birlikte şu hayatta bir şeyleri yanlış yapıyor olabileceğimizden biraz daha fazla şüphelenerek, salondan içeriye girdik.  En son giren M’yi de kapıyı usulca kapatması için tembihledik. Kapıyı hızla çarpacak olursak binanın üzerimize çökebileceğinden korkuyorduk.

* * *

Bir hafta öncesinde Paris’teydik…  Yine böyle intihara meyilli bir binaydı, her an kendine bir şeyler yapacakmış gibi bir havası vardı. Duvardaki küçük çatlaklar, bir akarsuyun kollarının havzasında toplanması gibi bir noktadan sonra birbirleriyle birleşiyordu… Birleşme noktasına baktım, sanki oraya dokunsam her şey yerle bir olacaktı…

Nefes alamıyordum, kimselerin beni bulamayacağı su dolu bir varilin içine düşmüştüm. Kafamı o varilden çıkarmaya fırsat bulur bulmaz tüm gücümle nefes aldım. Koca bir şehir ciğerlerime doluverdi. Sadece Eiffel’in altında fotoğraf çektiren aşıklar değil, şehrin hafızasında birinin aşkına konu olmuş ne varsa hepsi benim bir parçam oluverdi. Sabah İnvalides’teki metro durağında gördüğüm kıvırcık saçlı kız sanki bir kez daha yanımdan geçti, bir an için onu yakınımda; yakından da öte, kalbimin derinliklerinde hissettim.

Trocadero’daki aptal bir apartman dairesinde,  iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalığın önünde çaldığımız o akşam, ne zaman içimi derin bir keder kaplasa onun yüzünü gözümün önüne getirmeye çalıştım… Sahi, niye o akşam o kadar üzüntülüydüm? Ne diye ikide bir “Bizim burada ne işimiz var?” diye düşünüyordum? Sabah Eiffel’in merdivenlerinde de aynı şeyi düşünmüştüm…

Kıvırcık saçlı kız… Niye öylece peşine takılıp gitmedim ki?

* * *

Birileri hemen bir arama kurtarma ekibi çağırmalıydı! Salon yıkılmak üzereydi; ama yıkılmasa dahi içeride kurtarılmayı bekleyen bunca insan varken bu, her halükarda son derece faydalı bir hamle olacaktı! M, işlerin iyi gitmediğini anlayıp hemen kendini sahneye attı, bateriye geçti, çubukları birbirine vurdu ve biz nasıl olduğunu bile anlamadan prova başladı. Zaten bir süre daha hiçbir şey yapmadan durmaya devam etseydik, salon yıkılmasa bile biz, hevesi pamuk ipliğine bağlı insanlar, dinamitle patlatılan binalar gibi kendi üzerimize çöküverecektik.

* * *

Balo salonundaki konser ve sonrasında M’nin odasına çekilip, sonradan hatırlanmayacak kadar önemsiz otelin tekinde kendini vurması… Bunlarla ilgili ne zaman bir şeyler hatırlayacak gibi olsam aklıma birlikte geçiremediğimiz günler geliyor. Sonra o günlere dair hayaller kurmaya başlıyorum. Kimi günler gün içinde kendi yaşadığım gerçekliği bu hayallere kurban ettiğim oluyor; öğle aralarında, bazen işte bilgisayar ekranına bakarken ya da akşam son metroyla eve dönerken… M, bizim çocukları toplamış; yüzünde her şeyin güzel olacağını anlatan bir gülümseme var yine. Cobain’i arıyor, “Çocuklarla toplandık, sen de gel, yalnızken kafanda kuruyorsun!” diyor. Cobain, gülümseyip gelemeyeceğini söylüyor. Washington’a dönmüş, ünlü olmaktan vazgeçmiş, orada mutlu bir hayat yaşıyormuş. Gelemediğine ilk kez seviniyoruz. Layne Staley Alice in Chains’te söylemeye devam ediyor, turnedelermiş. “Olmasam da gelmezdim, akşam maç var” diyor. R.E.M, Vedder, Cornell gelmeye çalışacaklarını söylüyorlar. Sonra M, bana dönüyor ve “Rockçılara güven olmuyor… Zeppelin hariç ama!” diyor! Sonra da John Dunham’ın dünyanın en iyi davulcusu olduğu ile ilgili bir şeyler anlatıyor ve bunu yine sanki dünyanın en önemli meselesinden bahsediyormuş gibi yapıyor.

Onu ve sabahlara kadar konuşup, gelecek hayallerimizi kendimize yastık yaptığımız o günleri çok özlüyorum…

O zamanlar aptallıklarına doymayan, hayalperest iki küçük çocuktuk… M, bazı akşamlar bize gelirdi, verandada oturup saatlerce müzik hakkında konuşurduk. İflah olmaz bir John Bonham hayranıydı. O zamanlar da sürekli Led Zeppelin tişörtleri giyer, “John Bonham dünyanın en iyi davulcusuydu!” deyip dururdu. Saatlerce sadece ikimizin anlayabileceğini düşündüğümüz şeylerden konuşurduk da sonunda konu hep bir şekilde Led Zeppelin’e gelirdi. Yine öyle oldu…

Bugün, eski fotoğraflara bakıyordum… Seattle'a gidip her şeyi mahvetmeden bir hafta önce, o Paris’teki ev partisinde çektirmiştik. M.’in üzerinde "Bonzo" yazan bir tişört vardı.  Onu görünce o günle ilgili anılar zihnimde tekrar canlanmaya başladı. Zaten bu yazıyı da o yüzden yazıyorum sana... Bu arada yıllardır hiç konuşmadık, umarım iyisindir… Ben… Neyse, Paris’ten bahsediyordum… O gün, partiden birkaç saat evvel M.’i balkonda tek başına, düşünceli bir şekilde manzarayı izlerken yakalamıştım. Beni görünce gülümsemişti... Onu o durumda gülümsemek zorunda bıraktığım için üzgünüm… M'i hiç bu kadar hüzünlü görmemiştim. Yanına geldiğimde neyi olduğunu sordum. “Bazen gün sadece geçer… Başka hiçbir şey olmaz, sadece geçer... Bu çok da kötü bir şey değil...” dedi. Aşağıya baktıktan sonra devam etti, “Başlamak için çok yorgunum... Babamın haklı çıkması hiç hoş olmayacak…”  

M.’in babasıyla arası iyi değildi, babası hayatını bir hiç uğruna harcadığını düşünürdü. Bu doğru değildi… Hiçbirimiz başaramadık ama inan, bir hiç uğruna değildi...

Bazı şeylerin önüne geçilemiyor… Orada doğmasaydık, siz M. ile tanışmasaydınız, biz müziği bu kadar sevmeseydik, ben o kıvırcık saçlı kızın peşinden gitseydim, bu tamamen başka bir hikaye olsaydı ve yazarı ben değil de bir başkası olsaydı… Yine de mutlu olmayı beceremeyecekmişiz gibi geliyor… Neyse, biraz uzattım, üzücü şeyler hakkında konuşurken çenem düşüyor… Bu arada neredeyse unutuyordum, bu hafta sonu Paris’te olacağım. Eğer gelirsen eski günlerden konuşuruz, şu sıralar hep o günleri düşünüyorum. Umarım gelirsin, konuşacak birine o kadar ihtiyacım var ki…


Bir şey daha (bu son, söz!)… Paris’teki partinin de Seattle’daki konserin de son şarkısı senin içindi! (Evet, Led Zeppelin!) M.’nin en sevdiği şarkıydı ve en sevdiği insana armağan edilmişti…


Seni ve M'i her zaman bir kardeş kadar yakın görmüş, eski dostunuz  Henry.








25 Ocak 2014 Cumartesi

Her Şey Yedi Günde Oldu



1

İnsanların ömürleri boyunca sadece belgesellerde görebildiği o yemyeşil ormanlardan birindeydim… Tepemde uçuşan sığırcık sürüleri gökyüzünde siyah lekeler bırakıp uzaklaşıyorlardı. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım,  her yer veda sözcükleri ile doluydu… 
Kıyıya vuran dalgaların sesini takip edip insan boyunu aşan ağaçların refakatinde sahile doğru yürüdüm. Bir sonsuzluk illüzyonundan ibaret okyanusa, tıpkı tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu hissettirecek o anın peşindeki biri gibi, yalvaran gözlerle baktım; ama hiçbir şey göremedim. Ufukta beliren dev dalganın gölgesi güneşi yutmuş, her yer karanlığa gömülmüştü… Çocukken olduğu gibi karanlıkta tek başıma kaldığımda yine gözlerimi kapayıp sevdiğim birini düşündüm. Bir an için kendimi sonsuz hissettim… 

Sonra dalga geldi, sahip olduğumuz ne varsa hepsini aldı götürdü.

2

Kötü bir düşten uyandım; daha kötüsünü görmek için.

Saat sekiz... İyi de peki günlerden ne? Çarşamba mı? Hayır, geçen haftaydı o. Geçen hafta bir kez Çarşamba olmuştu, onu hatırlıyorum… Başka da hiçbir şey hatırlamıyorum… Yüzünün gölgesi kitabının üzerine düşmüş, elinde kahven, boş sokaklara vuran öğlen güneşini izliyorsun. Parmakların sarı kıvırcık saçlarının arasında kaybolmuş, başın hafif yana eğik…  Beni görünce gülümsüyorsun. Güldüğünde gözlerin kısılıyor, göz bebeklerin parlaklığı milyarlarca ışık yılı uzaktan fark edilen bir yıldız gibi parlıyor. Sonra, hiç beklemediğim bir anda, sarılıyorsun bana. Artık ölmek istemediğimi fark ediyorum,  yaşama arzum zincirlerinden kurtulmuş kızgın köpekler gibi şimdi… Ah, ölmek ne aptalca bir düşünce!

Hayır, bu anlattıklarımın hiçbirini hatırlamıyorum…

Artık seni sevdiğimi bile hatırlamıyorum…  Zaten sevmek, benim için senin varlığınla anlam kazanan bir kelimeydi.  Sen gidince sadece “sevmek” değil, diğer tüm kelimeler de bir bir anlamlarından feragat ettiler. İnanır mısın, bu yüzden kimse beni teselli etmek için “Her şey düzelecek…” bile demedi.

Kelimeler bazı anlamlara gelmedikten sonra konuşmanın ne anlamı var ki?

3

Son zamanlarda biraz yalnız kaldığım doğrudur.  

Neyse ki artık bunun bir önemi yok, yakında her şey sona erecek. Aptal bir Ekim günü hepimiz suların altına gömüleceğiz.  Dibe batmadan önce son gördüğümüz şey, bir şişenin içinde okyanusa salınan iyi niyet mesajları olacak.

Kıyamete sadece dört gün kaldı… Dört gün sonra, Eski Dünya’da bir birliğe katılacağım. Üçüncü Dünya Savaşı’nın Küçük Asya’dan Hellas’a, oradan da Kuzey Afrika’ya uzanan Eski Dünya Cephesi’nde savaşmak üzere görevlendirildim. Zaten ölmüş biri için çok da can sıkmayacak bir ölüm tebligatıydı.
Biliyorum, bu eve dönemeyeceğimiz bir yolculuk, bir elveda.  Bizden geriye sadece boş tabutlar kalacak. Artık savaşlarda ordular geride kalan askerlerini toplamıyorlar. Artık İnsanları eriten silahlar var, bizden geriye hiçbir şey kalmıyor.

Oysa cesedim yakışıklı olsun isterdim.

4

Görmek istediğim o kadar çok yer var ki… Belki Mısır’a gönderirler beni.  Hep piramitleri görmek istemişimdir.  Keops’u görebilseydim keşke… Dünyanın 7 Harikası’ndan biri… Harika mı? Dünya hiçbir zaman harika bir yer olmadı ki!

Dünyanın 7 Harikası’ndan geriye bir tek Keops kaldı, o da yakında yok olacak...Dünya, bir seri katil motivasyonuna sahip, güzel olan her şeyi yok ediyor.

5

Bugün ne buldum biliyor musun? Ben... Ben senin için bir kitap yazıyordum...  Biliyorum, bundan haberin yok... Zaten kitabı da hiçbir zaman tamamlayamadım… Tamamlayıp da sana gösterseydim “Birine kitap yazılır mı hiç? Gelip sevdiğini söylemen yeterdi” derdin…  Keşke daha çok söyleyebilseydim.

“Komik olan ne biliyor musun, eğer sen bana “hayır” deseydin hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edecektik. Sen arkadaşlarınla bir yerde eğlenirken öyle güzel gülecektin ki seni görenler hayatın boyunca hiç acı çekmediğini düşüneceklerdi.  Ben… Ben gidip yine her şeyi dalgaya alacaktım. İnsanlar gülsün diye kendimi paralayacaktım. Kendimden ümidi kesip başkalarının hayatını güzelleştirmeye çalışacaktım…  Ama işte sen “Evet” dedin! Yaşamaya istidadı olmayan biri olarak zamanını çaldığım için kendimi suçluyorum. Başka biriyle çok daha mutlu olabilirdin. O başka birine sinirlenip evi terk etmezdin. O zaman o kazada ölmek zorunda da kalmazdın…"

6

Bütün gün uyudum… Birazdan sokağa çıkacağım... Keşke sana rastlayabilsem… Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki… Belki yakında rastlaşırız, ha, kim bilir?

7


Gök gürüldedi, şimşekler gökyüzüne bir hançer gibi saplandı. Sonra birden gökyüzünden yağmur damlaları şeklinde alev topları yağdı… Okyanusa doğru koştum. Ağaçların arasında geçip sahile vardım.  İşte tam o an, güneş öyle bir parladı ki, bir an için diğer tüm renkler haklarını beyaza devredip sahneyi terk ettiler.

Parlama sona erdiğinde karşımda sen vardın. “Bu kabus böyle değildi” dedim. “Bu bir kabus değil ki” dedin. Bana sarıldın. Kendimi tekrar ölümsüz hissettim. Oysa yakında öleceğimi o kadar iyi biliyordum ki kelimeler ağzımdan dökülüverdiler, "Yarın cepheye gidiyorum”. Gülümseyen gözlerle baktın bana, “Biliyorum” deyip daha da sıkı sarıldın.

Ölümler ve yaşamlar, sevinçler ve üzüntüler… Bir an için tüm o yaşadıklarımızın bir anlamı varmış gibi geldi.

Sonra...