Ne olurdu
düşebilseydik
Baharda kiraz
çiçekleri gibi
Öyle saf ve ışıklar
içinde
Bir kamikaze pilotu, kara yazgısına teslim olmadan bir gece
evvel yazdı bu şiiri. Sonra gözlerini kapadı; bir an için, tüm hayatı boyunca
hep bir şeylerin eksik olduğunu hissetmesine neden olan o meşum hastalıktan
kurtulmuş gibi hissetti. Bir tüy gibi hafifledi. Derin bir oh çekti, ruhuna
musallat olan tüm fenalıkları def etti. Yatağın kenarında, ölümün gözünden
kaçmış bir köşe bulup oraya kıvrılıverdi. Uyudu, sanki uyandığında ölmeyecekmiş
gibi…
Bir gün sonra, Pearl Harbor’da huzur içinde öldü pilot; ama
hayalini fısıldadığı o şiir, rüzgarda sürüklendi, dağları, tepeleri, engin okyanusları
aştı ve elli yıl sonra bir bahar günü, Ege’deki bir sahil kasabasında, dünyada
kimsenin umurunda olmayan bir çocuğun kitabının sayfalarının arasına düşüverdi.
Çocuk şiiri okudu, yattığı divandan kalktı, mutfakta bir yandan soğan doğrayıp
bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlayan annesini ve kendini süvarilerin kazandığı
hikayelerin kenar süsü olmaktan öteye geçemeyen Kızılderililerin yerine koyan babasını
atlatıp bahçeye doğru süzüldü. Çardağa oturdu, kafasını kaldırıp gökyüzüne
baktı. Eğer yeterince yükseğe çıkabilirse annesinden, babasından ve dahi yaşamak
konusunda beceriksiz diğer tüm insanlardan azade, mutlu bir hayat
yaşayabileceğini düşündü.
Başına gelecek felaketlerden habersiz göğe bakıp güzel bir
gelecek düşleyen çocuk, birçok konuda yanılıyor olabilirdi ama bir konuda
haklıydı; en yukarıda olmak, işe yarıyordu. Ölmeyi kolaylaştırıyordu.
* * *
Birazdan şehrin en yüksek binasından atlayacağım ve bu, bir
binadan ilk atlayışım değil. Bunu daha önce defalarca kez yaptım. Bir dublör
olarak; son on yıldır hayatta kalmak için yüksek binalardan atlıyor, arabamı
uçuruma doğru sürüyor, gözü dönmüş bir düzine adamın beni öldürmeye çalıştığı kanlı
çatışmalara giriyorum. Tüm bunları, başkalarının hayatını kurtarmak için
kendini feda eden kahramanlara özendiğimden ya da iyi para getirdiğinden
yapmıyorum. İçten içe, anlamsız hayatımın son bulmasını arzuluyorum, hepsi bu.
Hiçbir zaman kendime ait bir hikayem olmadı. Bu yüzden
başrolde olmanın ne demek olduğunu bilmiyorum. Annemle evlenmesine, yani hayatının
mahvolmasına neden olduğum babama soracak olursanız kendisi, evladından çok
sevdiği televizyonundan gözlerini ayırmadan size benim her şeyi nasıl
mahvettiğimle ilgili uzun bir hikaye anlatacaktır.
Ona bu zevki tattırmayacağım.
Dedem, İpekçi ailesi ile birlikte sinemaya atılmış ama dikiş
tutturamayıp sıfırı tüketince bu işlerden elini eteğini çekmiş. Yaşadığı travmayı
atlattığında, başarısızlıklarının telafisi olarak gördüğü babamı Beyoğlu’nda
sinema işleten Levanten bir dostunun yanına vermiş ama babam, her şeyi
mahvetmek konusunda dedemi da aşıp koca salonu yakıvermiş. Bu fiyaskonun
ardından bir baltaya sap olabilmek adına birtakım denemelerde bulunmuş fakat
hiçbirinde muvaffak olamamış. Aşkından ölüp bittiği, Pera’nın burlesk kraliçesi
Valeria ile evlenmeyi hayal ederken hayatında bir tiyatronun önünden dahi
geçmemiş annemle evlenmesi ise bardağı taşıran son damla olmuş.
Hayata karşı kaybettiği onca raundun ardından babamın maçı
çevirmek için tek şansı, sürpriz bir yumruk çıkarıp hayatı nakavt etmekti. İşte
ben, tam o yumruğu çıkarmaya hazırlanırken gelen gong sesiyim. Tam da bu yüzden
beni asla affetmeyecek…
* * *
Ölme arzum, bir anda peydah oluvermedi, biz onunla beraber
büyüdük.
Babamın da değerli katkılarıyla, yaşamamın korkunç bir hata
olduğunu, nefes alıp vermemin günün birinde büyük bir trajediye dönüşeceğini
anladım ve her şeye bir son vermeye karar verdim. Tanrıya dünyayı daha iyi bir
yere dönüştürme fırsatını sunduğum denemelerimden birinde tavana astığım ip
koptu, bir anda kendimi alt katta, babamın televizyonunun üzerinde buldum. Bir
sevdiğini daha benim yüzümden kaybeden babam, önce beni bir temiz dövdü, sonra da
kapının önüne koydu. Annem okyanuslar dolusu gözyaşı döktü; ama yine de tek
başıma büyümeme engel olamadı.
Evden ayrıldıktan sonra, kendi hayatından vazgeçmiş biri
olarak, başkalarının hayatlarının bir parçası olarak yaşamaya başladım. Kimi
zaman, babasız bir bebeği aile büyüklerine açıklamak için kullanılan sahte bir
baba; kimi zaman, mahallenin çocuklarının kavgaya çağırdığı sahte bir ağabey oldum.
Başkalarının yerine hayatımı ortaya koymayı alışkanlık haline getirince ne
olduğunu anlayamadan dublör olup çıkıverdim.
Bir dublör olarak birazdan hayatımın en kolay sahnesini
çekeceğim. Bir sevgiliyi kucaklar gibi kollarımı iki yana açacağım ve öne doğru
bir adım atacağım. Bu sefer, hikayedeki kahramanın ben olduğundan kimsenin bir
şüphesi olmayacak…
Kendimi var edebilmek adına yapabildiğim tek şeyin intihar
etmek olması ne üzücü!
* * *
Derin bir nefes aldım; öldüğümde kimsenin dünyasının temel
direğinin çökmeyeceğini bilmek beni rahatlatmıştı. Kollarımı iki yana açtım.
Tam o adımı atacaktım ki bir ses duydum.
Hayat, ölürken bile başrolde olmama izin vermiyordu!
Sarı saçları beline kadar uzanan, beyazlar içerisinde güzel
bir kız, intihar ediyordu. Rüzgardan yüzüne düşen kırmızı atkısı bir süper
kahraman pelerini gibi dalgalanan kız gülümsedi, sanki bir sonun eşiğindeki iki
tükenmiş insan değiliz de umut dolu bir başlangıcın peşindeymişiz gibi sordu.
“Nasılsın?”
Omuzlarımı silktim. Utangaç bir şekilde önüme baktım, aklıma
gelen ilk şeyi söyledim.
“Ölmek üzereyim.”
Birkaç saniye hiç konuşmadan gökyüzüne baktı.
“Son anda tüm bu yaşananların bir anlamı olduğunu sana
hissettirecek bir işaret gelmesini mi bekliyorsun? Boşuna bekleme, öyle bir şey
olmuyor.”
“Ben sadece kendi halimde ölmek istiyorum.”
“Sana bir sır vereyim mi?”
“Sırrın ölene kadar benimle gelecek, söz veriyorum!”
“Seninle biz, aynı savaşın kaybedenleriyiz…”
Hiçbir şey söyleyemedim.
“Bundan yıllar önceydi, sen ve ben iki küçük çocuktuk o
zamanlar… Her şeyin ne kadar kötü gidebilirse o kadar kötü gittiği günler henüz
kapımızı çalmamıştı. Mutsuzlukla mücadelede kullanılabilecek gayri nizami harp
taktikleri umursanmıyor, sanki hiç ağlanmamış gibi gülünüyor, yalanlar ağza iyi
oturuyor ve bu yüzden kimse bir şeylerden şüphelenmiyordu. Yakında büyük bir
“iç” savaşa sürükleneceğimizden haberimiz yoktu. Bu yüzden savaş başlayıp da
başka türlü bir hayatın mümkün olmadığı ortaya çıktığında dünyamız başımıza
yıkıldı. Sonrasını biliyorsun zaten, bir daha toparlayamadık…”
Gözleri doldu…
“Birbirimiz için hiçbir şey yapmamış olmamıza inanamıyorum!”
Zoraki bir gülümseme kondurdu yüzüne.
“Sıra sende… Şimdi sen
bana bir sır vermelisin!”
Nasıl oldu bilmiyorum ama kelimeler öylece ağzımdan
dökülüverdiler.
“Hep bir pilot olmak istedim… Bir de şiir yazmak… ”
Güldü. Bir an için göz göze geldik. Sonrası çorap söküğü
gibi geliverdi.
“Akordeon çalmak istedim.”
“Clint Eastwood olmak istedim!”
“Birine korkusuzca sarılabilmek istedim!”
“Sabahları erken kalkmanın bir anlamı olsun istedim. “
“Birini sevmek, herkesi sevmeye yetsin istedim.”
“’Kaybettik Albayım’ diye avazım çıktığı kadar bağırmak
istedim.”
“Anlattıkça azalsın istedim.”
“Hissettiklerimiz, kalbimizden dilimize ulaşana kadar
anlamını yitirmesin istedim”
“Çocuklar, kötü okullara rağmen iyi kalabilsin istedim.”
“Çocuklar, babalarının hayal kırıklığını omuzlarında
taşımasın istedim.”
“Bombaları havadayken yakalamak istedim.”
“Başkalarının acılarını taşıyabilecek kadar büyük bir
yüreğim olsun istedim.”
“Tüm hayatım boyunca, sinemadan yeni çıkmış biri gibi
hissetmek istedim.”
“Gezdiğimiz parklar bizi mutlu yarınlara çıkarsın istedim.”
“Hikayelerin anlatılmasına yardımcı olmak istedim.”
“Hangi hikaye gerçek hangisi değil, bilebilmek istedim.”
“’Tüm bunlar, hepsi boşuna mıydı?’ diye sorduğumda “Değildi”
diyen biri olsun istedim.“
“’Değildi’ diyebilmek istedim.”
Kız gülümsedi. Atkısını çözdü, katlayıp bir kenara bıraktı. “Belki
başka bir hikayede… “ dedi. Öne doğru bir adım attı.
* * *
Pilot, ortaya çıktığından bu yana sadece birkaç dakika
geçmiş olmasına rağmen şimdiden gökyüzünde tüm dünyaya yetecek kadar şiir
vardı. Çocuk kafasını kaldırdı, göğe baktı. Annesinin ve babasının sonsuza
kadar mutlu yaşadığı, acıları ortak insanların birbirlerini kurtarmak için bir
şeyler yapabildiği, kahramanı olacağı bir şiir aradı. Şans bu ya, aradığı şiir
o sırada tam da önünden geçiyordu. Uzandı ama yetişemedi.
Öne doğru bir adım attı.