21 Eylül 2011 Çarşamba

Kara Delik

Eski zamanlara ait bir pazar günüydü. İstasyon diğer tüm hafta sonları olduğu gibi o hafta sonu da içimize korku salacak kadar kalabalıktı. İstasyon bu kadar kalabalık olduğunda kimlerin o gün orada olduğu konusu birden önemsizleşirdi. Beklediğiniz birinin gelişini kaçırabilirdiniz. Çok önemli bir şey söylemek istediğinizde ne kadar uğraşırsanız uğraşın, isterseniz avazınız çıktığı kadar bağırın bir türlü derdinizi anlatamazdınız. Kimse sizin derdinizle ilgilenemezdi. Kimse sizin hikâyenize ortak olamazdı. İstasyon bu kadar kalabalıkken hiç kimse bu kadar tekilleşemezdi.

Bu Pazar gününün böyle tekilleşebileceğini kim düşünebilirdi? Onun yıllar sonra bir Pazar günü karşıma oturup bütün o meseleleri tek bir meseleye indireceğini, hayatımda ilk defa sorunun ve çözümün kusursuz bir berraklığa kavuşacağını kim tahmin edebilirdi? Bunca zamandır ümidini kaybetmeden bu istasyonda yaşayan kaç kişi kalmıştık ki zaten?

O kim miydi? O bende sevmekten da eskiydi. Bilip de hatırlayamadığım tüm o güzel hikâyeler gibi belli belirsiz bir hatırası düşse zihnime içimi bir sıcaklık kaplardı. En güzel günümü daha sevmenin adını koymadan yaşamıştım ben onunla. Onu tanıdığımda daha sevmenin adı yoktu. Onu tanıdıkça sevmek bazı anlamlara gelmeye başladı.

Sonra bir pazar günü, çokça pazar geçtikten sonra gelen o en güzel pazar günü, o geri geldi…

Eski günlerden bir fotoğraf saklıydı yüzünde; ama şu an karşımdaki haliyle, gerçekte tüm fotoğraflardan daha güzeldi.

“Gittikçe güzelleşmişsin”

“Aksine geride bırakıldıkça güzelleşiyorum ”

“Geride kalan da değişir… Hala aynı insanmış gibi konuşuyorsun”

“Aynı insan değilim. Neden öyle düşündün? Bu hiç geçmeyecek mi sanıyordun? Bazen seni unuttuğum bile oldu”

“ Nasıl hissettirdi?”

“Taşınmak gibiydi… Gittikten sonra sanki yeniden doğmuş gibi hissediyorsun, her şey o kadar yeni ve keşfedilesi ki… Yeni okulunu, yeni mahalleni keşfe çıkarsın ya işte unutmak öyle bir şey. “

“Peki hatırlamak?”

“Eski mahalledeki arkadaşlarını düşünüp onlara doğru koşma isteği…”

“Hiç koşabilenine rastlamadım”

Acı acı güldüm, başka bir noktaya bakıp aslında onun gözlerini düşünerek konuştum

“Ben gitmiştim”

“Sen mi?”

Ona bakmıyordum ama gözleri çok güzeldi, anlatmaya başladım.

“Evet. 18 yaşındaydım, taşındığımızın üzerinden beş yıl geçmişti. Eski arkadaşlarımı görmeye gittim. Onları bulacağımı düşündüğüm yerde değillerdi. Bunu tahmin ediyordum ama yine de bunu görmek beni şaşırttı… Biraz da hüzünlenmiştim diye hatırlıyorum. Nerede olabileceklerini düşündüm ve aklıma hiçbir şey gelmedi. O an bir korkuya kapıldım… Ya onları bulamazsam? Ya aradaki açığı hiçbir zaman kapatamayacaksak? Korktum, geri dönmeye karar verdim. Sanki unutmak devam etmemizi sağlayan bir şeymiş gibi geldi.”

Söyleyecek doğru sözü aradık, ben onun için en güzel cümlemi ararken o birden bire soruverdi. Zaten hep birden bire olur böyle şeyler:

“ Kimseyi sevdin mi?”

Bu çok aniydi ama düşünmem gerekmiyordu. Sadece onun da bunu düşünmesini istedim.

“Senden önce mi, senden sonra mı?”

“Çok geniş zamanlarda soruyorum bu soruyu”

“Hayır, senden önce ve senden sonra hiç kimseyi sevmedim”

“Nasıl yaşadın?”

“Ben çok geniş zamanlarda yaşamadım ki sende yaşadım. Sonrası zamansız felaketler ve güldürmeyen şakalardı.”

Bu sefer o acı acı gülümsedi.

“Haksızlık yaptığını düşünüyorum.”

“Hayata mı?”

“Hayır bana.”

“Neden?”

“Beni çok fazla sevmişsin. Ben beklentileri hiç karşılayamadım. Bunu bile bile beni sevmişsin, en azından bana sorman lazımdı”

“Beni seviyor musun?”

“Hangi filmde geçiyordu bu?”

“Bir cinayet işleniyor, polisiye olmalı.”

“Peki, sonu sürprizli mi?”

“Hayır, aslına bakarsan beklenmedik pek bir şey yok.”

“Gerçek gibi sanki”

“Beni seviyor musun?”

“Gerçek gibi sanki ama hatırlamıyorum…”

Etraftaki insanlara baktım. Onları da hikâyeye dâhil etmek biraz olsun azaltıyordu üzüntüyü. Biraz olsun hafifliyordu içimdeki sızı.

“İnsanlar neden hep birbirlerini en güzel halleri ile hatırlamak isterler? Bu sana da garip gelmez mi? Ben senin dağınık saçlarını, kitabının üstüne düşen gölgeni, elinde kahvenle boş sokaklara düşen aydınlığı kısık gözlerle izlemeni hatırlıyorum. Parmakların sarı kıvırcık saçlarının içinde kaybolmuş, başın hafif yana eğik, dirseğinle koltuktan destek alırken haberleri seyretmeni hiçbir şey unutturamıyor… Bazen her şeyin çok acıklı olduğunu düşünüyorum, bir tek sıradan ve bize ait olan o küçük anlarda bir şey saklıymış gibi geliyor. ”

Umutsuz bir ton yakaladı, onunla da devam etti.

“Ya öyle değilse? Yani belki de tutunacak bir yaşanmışlık derdindeyiz. Yoksa anlamsızlık girdabına sürüklenip yok olacağız. Sen boğulmamak için bana sarılıyorsundur…”

“Ben sana boğulmak için sarılıyorum Miray, senin gülümsemende kaybolmak için sana sarılmak istiyorum.”

“Beni bu kadar çok mu seviyordun?”

Cevabını bildiği bir soru sordu bana, belki de cevaplara inanmamaya başlamıştı.

“Sen hiç birini gördüğünü hayal ettin mi? Bunu düzenli olarak, sanki hayati bir ihtiyaçmış gibi yapmaktan bahsediyorum… Şans eseri bir kafede rastlaştığınızı… Sonra gülümseyerek masana kadar gelip karşına oturduğunu… Her gittiğin kafede bunun hayalini kurduğunu ve hayal bitip de gerçeğe döndüğünde karşındaki garson kızın sipariş için senin kendine gelmeni nezaketen açık etmediği bir acımayla dakikalardır beklediğini hiç tecrübe ettin mi? Kalp kıran bir şarkı gibidir.”

Doğru olduğunu bildiği bir şeye inanmamak için çabalıyordu sanki.

“Nasıl oldu da ben gittiğimde içinde bu kadar acıklı bir şarkı çaldı?”

“Biliyor musun, ayrılık şarkıları insanlar başkalarına gittikleri için acıklıdır. Bir yere değil de bir başkasına... Biz ayrıldığımızda sen sanki başka birine gitmişsin gibi hissettim.”

“Sen gitmedin mi?”

“Sen başka birine gittin, ben karanlığa döndüm… En sevdiğin şarkı hangisiydi?”

“Bunun artık ne önemi var ki?”

Gülümsemeye çalıştım.

“Sen kafeden içeri girip karşıma oturduğunda bu şarkıyı çalacağım düşüncelerimde”

Düşünmeden cevapladı.

“Sound of Silence…”

“ Eski dostum karanlık merhaba, tekrar konuşmak için geldim seninle…”

“Evet, öyle der… Ya seninki?”

Ben de düşünmedim.

“Melancholy Man…”

“Ben bir melankoli adamıyım, işte ben buyum… Ben çok yalnız bir adamım… Elimden geleni yaparım, tüm dünya beni şaşkına çeviriyor ve sanırım anlıyorum; büyümeye, beklemeye ve görmeye devam edeceğimizi.”

Bir kez daha gülümsedim, belli belirsiz, Miray gibi gülümsedim.

“Öyle”

“Hiç durmak aklına gelmedi mi? Yani biz yaşıyoruz ve bu zor, biliyorsun. Kolay olan aklına gelmedi mi?”

Yaşamla arasında ince bir bağ vardı, ipek gibiydi onu uçurumun üstünde tutan ip, güzel ve hassastı. Bazen böyle şeyler söylerdi, hayalini bile düşünemezdim. Ben onun gibi güçlü değildim, ne kendimi ne de onu kopan bir ipin ucunda görebiliyordum.

“Vapurdan kendimi aşağıya bırakmak aklıma geldi ama birileri bakıyordur diye vazgeçtim”

“Ben… Belki de bunu karşılaşma ihtimalimizi yok etmek olarak görüyordum… Ölmek sanki uzun bir tatile çıkmaktı. Kimsenin seni bulamayacağı bir tatil kasabasına gittin mi hiç?”

“Ben orada büyüdüm. Kimseler gelmezdi. Belki bu yüzden seni bekleyebilecek gücü kendimde bulabildim. Sen hiç dönmeyecek birini bekledin mi?”

“Bekledim”

“Nasıldı?”

“Gülünç tesellilere bel bağlarsın; gökyüzünde, denizde onun yüzünü görürsün. Onun mutlu olduğu senaryolar yaratırsın… En komiği de ne biliyor musun? Onun seni gizlice izlediğine inanırsın. Sanki hayatında olmasa da hala seni düşünüyor, seni gözlüyor… Çok saçma ama bunu düşünmek o an için seni mutlu eder”

Kimi beklediğini hiçbir zaman öğrenememiştim, o da hiç anlatmamıştı.

“Beni beklemeni o kadar çok isterdim ki…”

“Beklemediğimi nereden biliyorsun?”

“Sen kimseyi beklemezsin, durmaktan korkuyorsun çünkü. Durduğunda aklını kurcalayan bir şeyler var, ne olduğunu bilmiyorum ama durmana engel olduğunu biliyorum… Beklemeyi sana anlatabilirim… Her Pazar bu istasyonda duran trenleri izlemektir beklemek.”

“Neden Pazar günleri?”

“İlk geldiğin gün gibi olur diye düşündüm, eskisi gibi olsun istedim”

“Ya diğer günlerden birinde gelseydim?”

“Gelmezdin. Güzel bir tatil gününün başlangıcında gelecektin. Yaşanacak uzun bir günümüz olacaktı.”

“ Tatilin son günü gelmem bir trajedi olmayacak mıydı peki?”

Gözlerinin içine bakıp zoraki gülümsedim, kafamı salladım.

“Evet, hayatımızın trajedisi...”

“Trenimin gelmesine 5 dakika var…”

“Böyle durumlarda ne yapılır hiç bilmiyorum… Beş dakika için yaşamış olabilir miyim? Yani tüm bu olanlar, hepsi bir beş dakika için miydi?”

“peki, şimdi ne yapacağız?”

Aklıma hep en kötüsü gelirdi.

“ Vedalaşmamız gerekiyor sanırım.”

“Ben de kıl payı kurtulacağımızı hiç düşünmemiştim”

“o trene binip gittiğinde ne yapacaksın?”

“Yaşayacağım, ya sen?”

“Bekleyeceğim.”

Uzun uzun bana baktı ve çokbilmiş bir çocuk gibi konuştu. Bazen bir çocuk kadar hassas olurdu; ama çokbilmiş bir çocuk gibi. İşte o zaman her söylediği gerçek olurdu, sorgulayacak gücün olmazdı. Öylece kabullenirdin…

“hiç gelmezsem bana kızar mısın?”

“…dünyada bundan daha güzel bir şey yok ki Miray. Senin bir trenden inip masama doğru yaklaşıp tam karşıma oturmanı, garson kıza iki kişilik sipariş vermeyi, sonra senin sarı kıvırcık saçlarınla oynayışını seyretmeyi, birbirimize gündelik olaylardan bahsedip görkemli bir trajedinin içinde sıradanlaşıp öykünün ağırlığından kendimizi kurtarmamızı ve en sonunda… Tam her şeyi netleştireceğimiz bir an gelecekmiş gibi… Mutluluğun en saf halini deneyimleyecekmişiz gibi… Hayata dair çok önemli bir gizemi çözecekmişiz gibi… Bunların olmasını arzuluyorum; ama başka bir şey olacak, biliyorum… En sonunda-“

“En sonunda ne oluyor?”

“Bir tren geliyor, her şeyimizi alıp gidiyor…”

Bu onunla son konuşmamızdı… Sonra… Ben çok kötü bir şey yaptım. Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceksiniz ama yakında sonuçlarını göreceksiniz. Sizleri hikâyeye davet etmek biraz olsun azaltıyordu sızıyı… Böyle olsun istemezdim; ama artık başka bir hikâye yok, mecburen bunu yaşayıp mecburen bunda öleceğiz…

* * *

Son pazardan bu yana epey zaman geçti. Her şey o kadar değişti ki… Ben çok değiştim, istasyon da öyle… Artık çok fazla insan gelip gitmiyor. İnsanların peşinde koştukları hiçbir şey kalmamış gibi geliyor artık bana. Belki de başka istasyonların açılması, yerleşim planlarının değişmesi gibi nedenlere bağlanabilir ama şu an için nedenler hiçbir şey ifade etmiyor. Öyle mutlak bir son var ki kendinden başka ne varsa hepsinin anlamını tek tek yok etmekle meşgul.

Bugün Pazar… Ailecek yapılan bir kahvaltının ortasında babanızın izlediği bir kovboy filmi eşliğinde tatil keyfi yaşarken bazı şeyleri bilmemenin verdiği mutluluğu deneyimliyorsunuz. Yine de birtakım şeylerin eskisi gibi olmadığının farkına varmışsınız. Anneniz eski filmleri izlerken artık o aşkların yaşanmadığından bahsediyor. Aslında anneniz Ayhan Işık gibi bir koca bulamadığı için yaşadığı sıkıntıyı dile getirmekte. Babanız ise artık eskisi gibi kovboy filmlerinin yapılmadığından şikâyet ediyor. Gerçekteyse kovboy filmlerindeki dansçı kadınlara bakıp anneniz ile evlenerek son verdiği “vahşi batı” yaşantısına duyduğu özlemi ifade etmeye çalışıyor. Herkes dile getiremediği şeylerin sancısını çekmekte. Herkes kaybettiğinin yasını tutuyor da kimselere belli edemiyor. En çok da ben bunun acısını çekiyorum, en çok ben söyleyemediklerimden ötürü acı çekiyorum.

Evet, bugün Pazar ve size çok güzel bir haberim var; birazdan hepiniz hayatınızda ilk kez deneyimleyeceksiniz o şeyi. Gidip yamaç paraşütü yapabilirsiniz ya da gidip bir şelaleden atlayabilirsiniz. Bazılarınız sadece kısa konuşmalar yapmayı tercih edebilir. Sınıftaki o kızdan/oğlandan hoşlandığınızı söylemenizi tavsiye ediyorum. Ona tüm bir haftadan -hafta sonları da dâhil- daha güzel olduğunu söyleyin. Bu bir haftanın hayatınızın son haftası olsa dahi bu görüşünüzün değişmeyeceğini, kendisine Türk lokumundan şatolar inşa etmek istediğinizi ve onu sonsuza kadar, kaç yıl sürecek olursa olsun, kilo yapacağını bildiğiniz halde yediğiniz o çikolatalar kadar seveceğinizi söyleyin.

İşi bırakın ve patronu bir şeyler içmeye davet edin. Kravatlarınız çözülmüşken ve dünya umrunuzda değilken dış borç açığından ve Dolar Euro paritesinden konuşun. Bunu on yaşında halı sahada beraber top oynamış insanlarmışsınız gibi yapın, hatta hala on yaşındaymış gibi… O kadar rahat olun ki şehir yok olurken gün batımını izleyen distopya karakterleri sizleri kıskansın. Bir post rock şarkısını saçlarınızda taç yaptığınız çiçekler ile kırlarda koşarak dinleyin. Hatta şimdi gidip babanıza bile sarılabilirsiniz.

Şu sıralar, bugüne kadar yapmak istediğiniz ama bir türlü yapamadığınız o şey için elinizde kalan tek şansı kullanacaksınız. Yalnız trajikomiktir, bu aynı zamanda sizin son seferiniz olacak.

Eğer kafamı toparlayabilirsem, sizlere bir sır vereceğim. Bunu söylememeyi düşünüyordum ama en azından birisinin bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yaptıklarım yüzünden bir mahkeme kurup beni yargılama şansınız olmayacak ama en azından vicdanınızın yargıçlığına sığınmak istiyorum. Çünkü size yaptıklarım o kadar korkunç şeyler ki ve siz buna o kadar hazırlıksız(!) yakalandınız ki, en azından bilmeyi hak ediyorsunuz!

Tahmin ediyorum ki öğrendiğinizde sahte bir şaşkınlık yerleştireceksiniz yüzlerinize. Sanki bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşünüyormuş gibi davranacaksınız. Sanki birkaç yıl, birkaç yüzyıl önce veya sonra olsaydı bir şey değişecekmiş gibi düşüneceksiniz. Önünüzde uzun bir yaşam olacağı düşüncesine sığınıp gelecek günlerin niceliğine umut bağlayacaksınız; ama maalesef ki o günler çokluklarına yaraşır bir sonuç vermeyeceklerdi. Yani kaybettiğinizi sandığınız şeyler zaten muhtemelen hiçbir zaman kazanamayacağınız şeylerdi. Bu yüzden birini sevdiğinizde, onunla beraber ne kadar büyük acılar çekeceğinizi bildiğiniz gibi bunu da bal gibi biliyordunuz. Şu hayatta bir şey başardığınızda, birinin ellerini tuttuğunuzda sonradan neler olabileceğini biliyordunuz. Sonradan kaybedeceği bir şeyi kazanan herkes gibi kaybetme korkusu yerleşmişti kalbinize. Çünkü biliyordunuz, eninde sonunda her şeyi kaybedecektiniz. Gençken izlediğimiz bir filmde o dönemin insanı olmayan, gerçek olmadığına inandığımız bir karakter gerçek olan bir şey söylemişti: hepsi, kıl payı kurtulmalardı ve bazı anlamsız trajediler. Sonsuza kadar kurtulamazdınız. Zaten hepiniz eninde sonunda bunun olacağını biliyordunuz, her şey zaman meselesiydi sadece.

Uydurduğunuz tüm hikâyelerde zamana kötü adam rolü biçtiniz. Onun yüzünden, birkaç dakika farkla hayatınızın aşkını kaçırmaktan bıkmadınız. Birkaç durak farkla kaçırdınız en güzel yerleri, kaçırdığınız trenler yüzünden hep yanlış yerlerde bulundunuz. Yanlış insanlar görüp yanlış şeylerden bahsettiniz. Size göre her şey yanlıştı ve zamanı daha güzel yönetebilseydiniz her şey daha güzel olacaktı. İşte ben de ömrümde bundan daha komik bir şey duymamıştım.

Zaten en başından beri biliyordunuz, her şey mekân meselesiydi bir de. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi siz çocukluğunuzu yaşamamıştınız ve bu yüzden o anda bir lunaparktasınız ya da eskiden babanızla gittiğiniz gölün kenarında bekliyorsunuz. Kimsenin özel bir anlam yükleyemeyeceği, kimseye ait olmayan izbe bir barda kimsenin dinlemediği bir şarkıyı dinlerken yakalananlar da olacak; onlar da üzülmesinler.

İnanın ki çok üzgünüm, böyle bitmesini ben de istemezdim. Evini, barkını, gençliklerini kurtaran pul koleksiyonlarını satıp da sizi okutanlar büyük hayal kırıklığına uğrayacak. Belediyenin unutkanlıktan anca imara açtığı, “bahçende ot bitmesin” denilerek lanetlenmiş arazilerden aldınız ama maalesef o araziler hiçbir zaman değerlenmeyecek. İstanbul ile çıktığınız düello mutlu sonlanmayacak, o hiçbir zaman geri dönmeyecek veya hiçbir zaman onunla tanışamayacaksınız. Üzgünüm…

* * *

Çok küçük, değersiz derecede küçük bir yer kaplıyordum dünyada. O küçük yere o kadar büyük duygular sığdırdım ki artık sonsuz bir yoğunluğa sahibim. Benle beraber büyüttüğüm yalnızlık içimde bir kara delik yarattı ve bu kara delik tahminlerime göre 6 gün 3 saat 18 dakika sonra bütün dünyayı içine çekip bildiğimiz ve bilmediğimiz her ne varsa hepsini yok edecek. O zamana kadar yapabileceğiniz şeylerin listesini çıkarmışınızdır umarım. Biliyorum hiçbiriniz böyle bir finali beklemiyordu; daha çok “dünyaya çarpmak üzere olan göktaşı, hayatında ataride ördek vurmaca oyununu dahi oynamamış adamlardan oluşan NASA tarafından yok edilemeyecek(ıska) ve hepimiz ayvayı yiyeceğiz” diye düşünmüştünüz.

Keşke zararınızı tazmin edebileceğiniz bir sigorta şirketi olsaydı da vicdan azabım bir nebze olsun azalabilseydi. Yine de bu durum benim için de oldukça sıkıntı verici, biliyor musunuz birkaç saat daha fazla yaşayabilseydim doğum günümü görebilecektim! Mutlu yıllar dilekleri ve senede bir kez yüzüme gülen dostlarla beraber en sahtekâr gülüşlerimizi de yanımıza alıp bir pastanın üzerindeki mumları üfleyecektik… Ve ışıklar sönecekti… Işıklar yakında sönecekler. Zaten doğum günleri de curcuna zamanlarıydı, geriye kayda değer hiçbir şey bırakmayan yaz albümleri gibiydi, hatırlamıyordun bile… Hatırladığım son doğum gününde uçmayan bir uçak almıştı babam bana. Zaten o zamanlar hiçbir uçak uçmazdı, hiçbir araba beklediğiniz kadar hızlı gitmezdi. İlk milyonunuzu kazanacak kadar büyüdüğünüzde hepsi hızlanacaktı ama sorun şu ki bazılarımız hiçbir zaman o kadar büyüyemeyecekti.

* * *

İnsan hayatının son saatlerini neden bir istasyonda geçirir? Belki de bu istasyonda birini-onu yaşatacak olan tek kişiyi- o kadar çok bekledi ve kendisini yaşatacak kişi o kadar uzun zamandır ortalarda yok ki artık buranın yaşamın değil de ölümün bir durağı olduğunu düşünmeye başlamıştır…

İstasyon içerisindeki bu kafede neredeyse bir saattir hiçbir şey yapmadan oturuyorum. Müessese artık bir şeyler tüketme vaktimin geldiğini düşünmüş olacak ki garson kızı masama doğru yönlendirmeye karar veriyordu. Müşterinin haleti ruhiyesini çay hüpletme sesinden anlayan garson kız yıkılmışlığıma bakıp çaydan başka bir şey içemeyecek kadar büyük bir özlem çektiğimi bir çırpıda anlamıştı. Buna rağmen adet yerini bulsun diyerekten “ne istemiştiniz?” diye sordu. “Benim bir hayat vardı, yaşanacak” dedim. “Ben çay getiriyorum” dedi, tıpkı “sabahtan akşama kadar bu dandik yerde senin gibi ruh hastalarının zırvalarını dinliyorum. Zaten zor olan hayatımı daha fazla zorlaştırma” der gibi söyledi bunu.

Yan masada tek başına oturan bir kız çocuğu gördüm, çayımın gelmesini beklemeden masamdan kalkıp kızın karşısına oturdum. “Merhaba” dedim ve tüm sebepsiz yere merhaba diyenler gibi hemen sapıklıkla itham edildim. Gözlerinin içine bakıp “ne bekliyorsun şu hayattan küçüğüm?” dedim. Yarı ciddi yarı alaycı bir tavırla “Brad Pitt” dedi. Ona hayatta her istediğimizin olmadığını söylemem gerekiyordu, en azından her şey bitmeden önce gerçekleri öğrenmeyi hak ediyordu:

Ah, hiçbirimiz sandığımız kadar özel değiliz küçüğüm… Yıllar geçtikten sonra çocukluğunuzun geçtiği o kasabaya döndüğünüzde, aradan geçen yılların da size katmış olduğunu düşündüğünüz değerle büyük bir ilgi görmeyi beklersiniz. Beklersiniz ve sonunda benim yaptığım gibi avucunuzu yalamakla yetinirsiniz.

Benim de beklentim bando takımı ile karşılanmak, kızların boynuma çiçek takması, kasabanın anahtarının verilmesi ya da şerif yardımcılığı teklifi değildi. Anlıyor musun, insan biraz… Neyse… İtiraf etmeliyim ki hayal kırıklığına uğradım! Bir kere, bana değer vereceğini düşündüğüm insanlar değişmişti, değer yargıları başkaydı. Kimse beni karşılamaya gelmemişti, daha kötüsü kimse beni hatırlamamıştı! Bunun ne kadar korkunç olduğunu düşünebiliyor musun? “birisini bekliyor olmalısınız ” , “burada yabancılara pek rastlanmıyor” gibi düşük bütçeli Hollywood filmi replikleri ile karşılaştım. Resmen aklım çıktı, milletin kapılarına tekme attım dekor mu diye. Linçin ucundan döndüm…

Bana dünyaya biraz evvel düşmüş bir uzaylıya bakıyor gibi baktı; korkunç bir şaşkınlıkla seyretti beni. Biraz da üzüldüğünü hissettim, psikolog ile danışanının koltuk değiştirmesi gibiydi bu. Az önce masasına oturan ve sapık olmasından endişelendiği bir yabancının saçlarını okşayıp “şişt, tamam… Hepsi geçti” diyecek kıvama gelmişti. Daha fazla bunu sürdüremezdim, şu an için bile yeterince korkmuş görünüyordu, gerçekleri anlatmaktan vazgeçip kalktım masadan… İnsanların dünya sonlanmak üzereyken Brad Pitt’i düşünmesi uzun zamandır anlamlandıramadığım hayatı daha da komplike bir hale getirmişti. Bir anda ihtiyaçlar piramidi gözümün önünde çöküverdi… Fazla üstelemedim, sorgulayacak vaktim de yoktu zaten.

Kalender bir abi takıldı gözüme, arka masalardan birinde yaşadığını kimse belli etmeden çayını yudumluyordu.” En azından onun bilmeye hakkı var” diye düşündüm. Bu sefer didaktik bir yol izlememeliydim, abinin memur olabileceğini düşünüp “devlet sırrı paylaşan üst düzey bir yetkili” olmaya karar verdim. Siyah montumun yakasını dikleştirdim, gözlüklerimi taktım, karşısına oturuverdim. “beyefendi içerdeki birikmişlerinizi üç vakte kadar öderseniz, yaşınızı beklemeden emekli olabilirsiniz” dedim. Amacım abiyi devlet sıcaklığı ile tanıştırmak ve resmi makam açıklaması için uygun zemini sağlamaktı. “Hangi kimyasalları soluyorsun oğlum sen?” dedi. Kendisine bu işin şakası olmadığını, devletin gizli bir biriminin başında olduğumu söyledim. İnanmıyormuş gibi baktı, “Biz Amerikan üssünden uzaylı kaldırmış adamız hacı abi!” dedim. Ardından da birkaç global gündem maddesi ile ilgili çılgın komplo teorileri anlattım. Söylediklerimin çoğunu anlamasa da gözlerinde inanç görmeye başlamıştım, bu iyiye işaretti. Bu fırsattan istifade abiye yaklaştım ve “sana bir sır vereceğim” dedim. Gözlerinin içine baktım ve “abi tam 7 günümüz kaldı, 7 gün sonra, bir Pazar günü… İşte biz o gün tükeneceğiz” dedim. Şok olmasını, şoku atlatır atlatmaz da sevdikleri ile vedalaşmasını bekliyordum. Oysa o sadece güldü, sanki benimkinden bile korkunç bir sırrı taşıyormuşçasına güldü anlattıklarıma…”ben zaten iki yakamı bir araya getiremiyorum, dünya yok olmuş bana ne! Hem bu karıdan da kurtulmuş olurum” dedi. Anladım ki o zaten o en korkuncunu çoktan yaşamıştı.

Etrafta beni dinleyecek birilerini arıyordum. İnsanların en büyük problemi buydu bana kalırsa. Şu an bu tespitimin Sokrates’in tespitlerinden daha değerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben sona daha yakınım, hatta ben sonun ta kendisiyim! Sokrates’in, tatile giderken musluğu açık bırakmanızın, cümlelerinizi tartarak yazdığınız o ciddi yazıların, en güzel şakaların, bunların hiçbirinin bir önemi yok.

Evet, çenem düştü… Ben sadece her şey son bulmadan evvel sizinle biraz konuşmak istiyorum, buna o kadar ihtiyacım var ki… Biliyor musunuz, bizim en büyük problemimiz, Sokrates ve diğerlerinden daha can sıkıcı olan, asla birbirimiz için elimizden geleni yapmıyor oluşumuz. Mikrofonu bozulmuş birini duymak için kulak kabartmaktan çekinen sözüm ona iyi dinleyicileriz biz. Dinleyemediğimiz gibi yazamıyoruz da, yazımız da kötü bizim. Dilin oyununa gelip, en güzel şeyleri, herkesin anlayacağı cümlelerle, sanki herkes aynı şeyi yaşıyormuş gibi, anlatma gayretindeyiz. Dinleyemiyoruz, yazamıyoruz ama en çok da yeteneğimizin olmadığı şeyleri sevmeye devam ediyoruz... Sevmeye devam ediyoruz mesela, böyle hayatta kalıyoruz, güç bela, uçurumun kenarındaki ince daldan sarkarak… Hep bu şekilde oldu ve bu beni çok… Çok mutsuz etti… Sadece bunu bilmenizi istedim…

O gelmedi… İşte tam da bu yüzden dünyayı yok ediyorum ben! Ben sizin inandığınız her şeyi sileceğim, sanki yazılmamışlar gibi, kimse var olduğunuzu bilmeyecek. Sizi anlatan tüm o eserleri ortadan kaldıracağım. O kimselerin bilmediği, seninse şans eseri bir sahafta bulduğun ve dünyadaki en güzel hikâye olduğuna inandığın şeyi sileceğim yakında! Seni işaret eden her şey yok olduğunda sen de kifayetsiz kalacaksın. Seni gösteren hiçbir şey olmayacak…

Biliyorum, aşırı tepki gösteriyorum. Bütün dünyayı yok etmek yerine gidip bir köşede sessizce ağlayabilirdim ve bu hepimiz için en hayırlısı olurdu… Ben yalnızca… Toparlayamadım işte! Miray’ın döneceği üzerine kurmuştum her şeyi. O dönmeyince her şey yokuş aşağı yuvarlanmaya başladı. Aslında biliyordum dönmeyeceğini, sadece kendimi buna dair bir umut olduğuna inandırmak istemiştim. Şans eseri bir kafede rastlaştığımızı… Sonra gülümseyerek masama kadar gelip karşıma oturduğunu hayal etmeyi sevmiştim. O gittikten sonra uğruna dünyayı yok ettiğim an işte buydu.

‘Her şeyi değiştirecek bir şey’ bekledik ve o gelmedi. Şu dünyada gördüklerimin hiçbiri yeterince iyi değildi. Sadece birilerinin cümleleri ile kirlettiği şeylere ulaşmakla yetindik. “Sal, geri dönerse senindir” gibi bir güvercin yetiştiricisi taktiğini ilişkileri açıklamak için kullananlar oldu. Dediğim gibi, benim güzel şeylere yüklediğim anlamlar hiç karşılık bulamadılar yaşantım boyunca. Bazen hislerim de karşılığını bulamadı, üç ıskadan sonra oyun dışında kaldım… Bazen bir şeyler anlatmak istiyorum. Böyle, mahşeri bir kalabalığın ortasında, yüksekçe bir kürsüye çıkıp bağırmak istiyorum. Cesaret edemiyorum, kalbimden dilime ulaşana kadar değişir o kelimeler, asla kendimi doğru anlatamam diye çok korkuyorum. Günlerce, aylarca konuşsam; önünüzde kendimi paralasam bile sanki birbirimizi anlayamayacağız gibime geliyor. Birbirimizi asla anlayamayacağız ya, benim ağlayasım geliyor; beni bu hayatta en çok bu öldürdü… Bazen sadece birkaç saatliğine hayatıma giren biri benden sonra ne yapmıştır diye merak ettiğim oluyor… Acaba sorduğu adresi bulabildi mi? O çocukla tekrar barıştılar mı? Bir daha görüşsek sanki sadece ikimizin bildiği bir sırrı anımsayıp gülümser miyiz?

Şimdi bütün her şey yok oluyorken, anlamlandıramadığımız sonsuz tane şey bir boşlukta yüzüyorken, o vurucu final cümlesini hiçbirimiz filmlerdeki kadar etkili söyleyemiyorken gözlerinin içine bakıp sadece şunu söylemek isterim:

‘Seni seviyorum’

Kız hiçbir şey söylemedi. Ne masasına neden oturduğumu, ne de bu uzun monoloğun ne anlama geldiğini sordu. Sadece bana baktı ve gülümsedi. “teşekkür ederim” dedim ve kalkıp masadan uzaklaştım. Aldığım çayın parasını da ödemeden gittim, bunu da hep yapmak istemişimdir… Zaten Miray gittikten sonra bambaşka biri olmuştum, başrolün edebi repliklerinin yerini yan rolün ucuz ve acınası boşboğazlığı almıştı…

Şimdi gidip bir lunapark bulmalıyım, neden bilmiyorum ama oraya gitmek istediğimden başka hiçbir şey bilmiyordum… Zaten kimseye de anlatmayacağım, benim yüzümden olduğunu söylemeyeceğim… Belki de en güzeli hiç bilmemeleri, bir başlangıcı kabullenmelerine rağmen bir sona inanmamaları…

Her şey aslında güzel bitirilememiş hikâyeler ve dinmek bilmeyen bir özlemdi.

Ha olur ya sizi göremem, şimdiden: iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler… Umarım güzel bir hayat yaşamışsınızdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder