21 Eylül 2011 Çarşamba

Aşık Olanlar İçin Bir Korku Hikayesi

Macit tabağındaki pirzolaya indirdiği çatal darbeleri ile hayvana iyi bir ders veriyor, sanki danayı tabağın içerisinde tekrar tekrar öldürüyordu. Hayvana “Serengeti’nin kralı benim, yemişim aslanı kaplanı ” mesajını verdikten sonra son parçayı da midesine indirdi ve bana dönüp “ abi yan tarafa taşınanları gördün mü? Memleketin çivisi çıkmış, elini kolunu sallayan da malikâne alıyor!” dedi. Göçmenlere karşı katı tutumu ile bilinen Macit yan tarafa Doğu Avrupa kökenli birinin taşınmasını hazmedememişti. Ona göre Türkiye Türklerindi ve bir yabancının gelip burada bir mülk sahibi olması bir nevi haneye tecavüz anlamına geliyordu. Ayrıca evimizde lise sona giden, artık limuzinle mezuniyet partisine davet edilme çağına gelmiş güzel bir kız vardı ve tam da bu yüzden hanemizin güvenliği şu aşamada hayati önem arz ediyordu.

Benim sessizliğime “Şişt lan Armstrong! Kestin ayakları yine yerden!” diye bağırarak cevap verdi Macit. Kendisini akıl almaz espri anlayışından ötürü bir posta dövmek, bu dayağı eşsiz bir seremoniye, adeta bir görsel şölene çevirmek istedim bir an ama tıpkı son bir yıl içerisinde içimde filizlenen tüm istekler gibi bu da gerçekleştirilme ihtimali belirdiği anda yok olup gitti. Onu içinde bin bir küfür barındıran bir bakış ile kovuşturmakla yetindim sadece. İştahım kaçtı, masadan kalktım. Az önce Macit’in çıktığı sokak kapısı açıktı. Kapıya, kapının açıldığı sokağa baktım:

“Her açık kapıdan bir vakitler o çıkmış gibi geliyor bana. Çıkıp gitmiş, biz de belki döner diye açık bırakmışız tüm o kapıları...

Korkuyorum… O yanımdayken de korkardım zaten ben… Bazı zamanlar olurdu kafamı diğer tarafa çeviremezdim, döndüğümde orada olmayacak diye çok korkardım… Durup durup ağlamak geçerdi içimden… Olur da ağlasaydım paramparça olurdum.”

Hüzün dalgaları durmak bilmiyor, koskoca malikâne üzerime üzerime geliyordu. Bahçedeki olimpik havuza akıtacağım gözyaşları ile asla ve asla bu bedbahtlığın hakkını veremeyecektim. İnsan olimpik bir havuzda mümkünü yok acı çekemiyordu... Herkes kadar ben de nefes almak istiyordum. Bir an evvel duvarların dışına çıkmalıydım.

Bizim sığır adına özür dilemek ve kendilerine bir hoş geldin hediyesi vermek amacıyla kapıya çıktım. Çitlerin üzerinden atlayıp yeni restore edilmiş, bir zamanların “İn Cin Top Oynama Tesisleri”ne, yeni komşumuzun topraklarına girdim. Kapının önündeki “Hoş geldiniz” yazılı paspasa sildim ayaklarımı, bizim tarafa ait tüm toprak parçalarını paspasa bıraktıktan sonra kapıyı tıklattım. Ben Esmeralda’nın namusuna göz dikmiş kötü bir Quasimodo beklerken kapıyı görkemli bir İstanbul beyefendisi açtı. Uzun boylu, beyaz gömlekli, siyah smokinli yakışıklı bir adamdı. Aramızdaki mesafe perdesini yırtan bir gülümseme ile karşıladı beni. Tüm asaleti ile selamlayıp İçeri davet etti…

Bir zamanların bakir toprakları üzerinde kurulan bu malikâne yeni komşuların taşınması ile Sahra’nın en popüler serabına dönüşüvermişti. Örümceklerin anneannemin dantelleri klasında ördüğü eşsiz motifli ağlar gitmiş, bilim kokusu sinmiş vernikli kütüphane rafları gelmişti.

“Ben Dracula, Kont Dracula” dedi. “Kaçıncı yüzyıldayız, hala soyluluk unvanları kullanılıyor, sokayım böyle gezegene” dedim ben de; ama içimden. O an İngiltere’ye sızıp muhafızlardan da sıyrılıp kraliyet ailesine suikast düzenlemek istedim. Sonra bu isteğim de paramparça oluverdi, sebebi malum…

”Kardeşimle tanıştınız, şu irice oğlan… Kusuruna bakmayın, bir noktaya kadar eğitebildik, elimizden bu kadarı geliyor” dedim. Gülümsedi, bunun hiç önemli olmadığını, oturup rahatıma bakmamı, kendisinin de kısa bir süre içinde içkilerle döneceğini söyledi. Bir göçmen için aksanı çok iyiydi, bunca yıldır Türk’üm ben bile o düzgünlükte Türkçe konuşamıyorum.

Ben odanın röntgenini çekmekle meşgulken, kapı birden aralanıverdi. İçeriye beyaz elbiseler içerisinde bir kadın girdi. Gerçek olamayacak kadar parlak mavi gözleri vardı. Kan kırmızısı bir ruj sürmüştü. Yaklaştıkça güzelliğinin emareleri daha da belirginleşiyordu. O kadar güzeldi ki sanki o olmasaydı var olan tüm diğer şeyler daha güzel gözükecekti gözümüze; o hayatımıza girdikten sonra tüm güzelliklerde gözle görülür noksanlıklar peyda oluvermişti.

Yanıma yaklaştı, sanki içimi görüyormuş gibi baktı bana… Ve gördü de:

“şimdi gördüğümüz her şey aynadaki bulanık bir yansıma gibi. Daha sonra yüz yüze karşılaşacağız.”

Dizlerimin bağı çözüldü, güç bela sandalyeye tutundum. Kafamın içinde havai fişekler patlıyordu. Bu onun sesiydi!

Elini uzatıp beni kendine çekti. Gözlerimin içine bakıp “kurtar beni” dedi. Son umuduymuşum gibi sarıldı bana. Tam boynuma doğru uzanırken, Dracula girdi içeriye. Tek bir işareti ile odadan kovdu onu. “Carmilla’nın insan ilişkileri gelişmemiştir, siz onun kusuruna bakmayın” deyip mahzenden getirdiği kırmızı şarabı bardaklara boca etti, vakit kaybetmeden söze girdi:

Burası harika bir ülke, özgürsünüz! Benim atalarım Katoliklerin Doğu Avrupa zulmünü gördüler… Anlatılanlara göre o kadar çok ezildik ki yeni bir folklor yarattık. Bastırılmış olanın dönüşü de diyebiliriz buna. İşte o zamanlar daha önceden kimsenin aklına dahi gelmemiş korkunçluklar yarattık. Eğer insanlar yataklarının altındaki canavarlardan korkuyorlarsa işte bu bizim acılarımızdan ötürüdür… Neyse ki o günler geride kaldı, dünya şimdi daha iyi bir yer. Kimse böyle korkunç masallara inanmıyor artık!

Dediklerini dinler gibi başımı yana eğip sahtekâr dinleyici pozları versem de aklım az önceki kadındaydı hala. Bu yüzden Dracula’nın iznini istedim, ona “kardeşimle Amerikan güreşi izleyeceğimize söz vermiştim” dedim yalandan. Tekrar görüşmek üzere sözleştik.

O gece bahçede otururken hep onu düşündüm… Hem o kadını hem de Lucy’i düşündüm…

* * *

New York’ta 5.cadde’de vitrinlere bakıyorum. Kuzeyden başlayıp bütün caddeyi geçiyorum. 59 blok geçtikten sonra kendimi güney çıkışından Central Park’a atıyorum. Empire State Building, New York Public Library, Rockefeller Center, Saint-Patrick… Hiçbiri ihtişamı ile beni etkileyemiyor… Öylece oturmuş boşluğa bakıyorum, hiçliğin görkemi çöküyor aylaklığımın üzerine. Eski Paris’in flaneur’leri gibi bütün gün bu büyük şehri gezmişim… Evet, burada her şey büyük… Büyük ama sırf biz küçük olduğumuz için büyük. ...

Şimdi ben içime kapanıyorum… Bir bankın üzerinde gittikçe küçülüyor, küçülüyor, bir türlü yok olamıyorum.

Karşıdan güzel bir kız geliyor, sanki mitolojik bir hikâyeden ödünç aldığımız bir tanrıça gibi. Önce ışığı geliyor, sonra da görüntüsü. Bana bakıp “merhaba” diyor ve sanki hiç ağlamamış biri gibi gülümsüyor. Hani güldüğünde hayatında hiç acı çekmediğine yemin edebileceğiniz insanlar vardır ya işte onlar gibi gülümsüyor bana. İlk başlarda sadece havadan sudan konuşuyoruz. Sonra tüm yalnız insanlar gibi o da bir anda yeni tanıştığı birine uzun bir hikâye anlatma gereği duyuyor. Ben de tüm gerçek bir hikâyeye kahraman olamamış adamlar gibi büyük bir zevkle dinliyorum onu. Bir kitap yazdığından bahsediyor bana. Sanki yıllardır anlatmak istediği ama bir türlü anlatamadığı bir hikâyeyi anlatan insanlar gibi imrenilesi bir iştahla anlatıyor. Tüm samimiyetimle bunun o güne kadar duyduğum en harika hikâye olduğunu söylüyorum ona. Belki en iyilerden biri demeliydim ama o kadar güzel gülümsüyor ki “ en harika” deyiveriyorum o an.

Sonra haftada bir gün Central Park’ta, o ilk rastlaştığımız bankta buluşmak üzere sözleşiyoruz. Her hafta kitabından, hayallerinden bahsediyor bana. Onun yaşındaki birinin böyle temellendirilmiş, böyle başarılı fikirler üzerine bir kitap yazması beni hayrete düşürüyor. Büyük bir yazarın gelip yanınıza oturacağına dair inancınız yüksek olamaz, bu öyle harika bir dünya değil…

Lucy benim önyargımı parçalıyor; ona saygı duyuyorum ve ona âşık oluyorum. Hem hayatı yaşamaya sevdalı hem de yaşanılanları yazmaktan hoşlanan biri beni dehşete düşürüyor bazen, tüm bildiklerimi anlamsızlaştırıveriyor…

Arada bir oradan kalkıp parkta dolaşıyoruz. “Moon Palace” denilen bir Çin lokantasına gidiyoruz. Kapısında Humphrey Bogart gibi sigara içen, mortgage parasını ödeyemediği için her gün daha fazla, daha fazla içen adamların olduğu bir lokantada yemek yememize rağmen o hep mutlu. O cenaze levazımatçısı atmosferli yer bile onun parlaklığına gölge düşüremiyor, Audrey Hepburn ile George Peppard’lı o ünlü filmden bahsediyor bana. O filmdeki Tiffany’s gibi bir yer bulacak ve oraya sevdiği adam ile girecek. Çok ünlü bir yazar olduğunda bunu yapacak… İstersem orayı satın alabilirim ama hiçbir zaman bunu söyleyemiyorum ona. Onun gibi insanlar böyle hediyeleri kabul etmezler.

Bir gün hiçbir sebep yokken, sımsıkı sarılıyor bana. Beni sevdiğini söyleyip, yanağıma bir öpücük konduruyor. İşte en sonunda birisi kulağıma eğilip “korkma, ben buradayım” diye fısıldıyor, bu o kadar güzel bir an ki hem ölmek hem de yaşamak istiyorum. Daha iyisi hiç olmayacak ama belki bir kez daha olur…

Ertesi günün sabahı bir yayıncı ile buluşacağını söyleyip ona şans dilememi istiyor benden. Anlaşmayı imzaladıktan sonra aramasını bekliyorum, gecenin bir vakti telefon çalıyor; ama o değil başkası arıyor. Diyor ki “siz öldünüz!”. Kendimi yokluyorum.

“ hayır, ben ölmedim, yaşıyorum! “

“Hayır, efendim, bugün öldünüz siz. O otel odasında buldular cesedinizi. Bütün kanınız çekilmiş! Sizi hastaneye kaldırdık ama kurtaramadık. Başımız sağ olsun…”

Oturup bütün gün ağlıyorum. Lucy’nin cenaze töreninden hemen sonra, sırf bana Amerika’yı sorduklarında onu anlatmak zorunda kalayım diye Türkiye’ye geri dönüyorum. Daha fazla insan sorsun istiyorum Amerika’da olanları. Sorsunlar ki anlatırken onu hatırlayabileyim. Yoksa insan unutuyor. Eski bir dostum “anlatmayın, anlatırsanız özlersiniz onları” derdi… Onu özlemeye devam etmek için otobüs durağındaki insanlara, bardaki kıza, annemin arkadaşlarına anlatıyorum Lucy’yi. Hepsi bana yalancı bir tebessümün saklamaya yetmediği bir acıyla bakıyorlar. Bu sayede hiç uyanmak istemediğim bir kâbustan uyanmamış oluyorum. Çünkü uyanırsam eğer diğer insanların gördükleri şeyleri ben de görürüm, onları gördükçe Lucy’yi unuturum, yüzü gözümüm önüne gelmez. Eksik olanla yetinemem… Ben şu hayatta amorti çıkan bileti çektiği için mutlu olan adamlardan olamam…

* * *

Gece olana kadar bekliyorum… Sadece kurt adamların sokaklarda gezmesinin akıl karı olacağı bir vakitte dışarı çıkıp düşmanın evine sızıp kadınımı kollarımı alacağım ve korunaklı malikâne topraklarıma döneceğim. Plan bu ve bu planı hazırlarken kardeşim gibi düşünmüş olmak beni derin korkulara sürüklüyor.

İşte ben tam da bu korkunun muhasebesini yaparken kardeşim beni kapının önünde yakalıyor ve nereye gittiğimi sorgulayan bakışlarla beni süzüyordu.

O an “evden kaçıp Güneydoğu Asya’daki bir dokuma fabrikasında işçi olmaya karar verdim” gibi saçma sapan bir cevapla onu etkisiz hale getirip oluşacak boşluktan yararlanarak kaçmayı düşündüm ama yapamadım… Bir süreliğine Tanrı’dan sessizliği ödünç aldık, hiçbir şey söylemedik. Sonra sanırım çocukluk anılarımızın nostaljik cazibesine kapıldığım için gerçeği onunla paylaşmaya karar verdim. “ben Dracula’nın şatoya gidiyorum” dedim. Birden gözleri parladı, seksenlerde Reagan döneminde yapılan kaslı adamların oynadığı ucuz filmlerdeki protagonistler gibi baktı bana. Gözlerini kıstı, önce bir tabur askeri katletmiş John Rambo gibi mimiksizleşti sonra askerlerine savaş öncesi moral konuşması yapan muteber bir albaya dönüşüverdi. Elini omzuma atıp “hadi bitirelim şu işi” dedi. Hangi işten bahsettiği konusunda hiçbir fikrim olmamasına rağmen tüm üst sınıfların kolektif olarak hareket edeceği tek mevzuu olan iş gücünü olabildiğince efektif kullanma hususunu düşünüp onu yanımda tutmanın iyi bir fikir olacağına karar verdim. Resmen bu pis işlerin içine girdiğimden beri kardeşime benzeyen bir adam olup çıkmıştım. Eğer bu kronikleşirse andolsun ki kendimi imha edeceğim!

Macit her ne kadar ön kapıdan girip bu işi bir gövde gösteresine çevirmemiz gerektiğini, bunun tüm göçmenlere verilecek bir gözdağı olacağını söylese de bunun çok tehlikeli olacağını biliyordum. Bu yüzden arka kapıdan girmeyi uygun gördüm… Arka kapıdan kar suyu gibi süzüldük içeriye. Bizim gibi iki mürebbiye son ürününün böylesine underground bir hamlede bulunması çoğu kişiyi şaşırtabilir ama en nihayetinde biz de kocaman bir çöplük içindeki en taze meyveydik. Çöpteydik işte, var mı ötesi?

İçeri girdikten sonra gözümüz aşağı kata, mahzene açılan merdivenlere takıldı. Kardeşim kolumdan tutup alt kata doğru sürükledi beni. Ona, bu herifin tarihi eser kaçakçısı ya da organ mafyası olma ihtimali ile ilgilenmediğimi tek derdimin Carmilla olduğunu söyleyemedim.

Aşağı indik, içerisi siyahtan daha koyu bir rengin esiri olmuştu. Bilinmezlik rengindeki mekânda önümüzü göremiyorduk... Gelişigüzel dolaşırken ayağım bir şeye takıldı. Hem biz hem de odanın içerisindeki bilumum yaratık bu sese kulak kesildi. Yavaşça sesin geldiği yere doğru eğildim ve o sesin sahibinin ölüm sessizliğine teslim olmuş bir iskelet olduğunu gördüm. Yedi yaşımdan beri korku filmi izlediğim için ve de tıp terk olmamdan ötürü korkup da çığlığı basıvermedim. Tam kemiği alıp ayağa kalkmıştım ki kardeşim düğmeyi buluverdi. İçerisi aydınlandı. İkimiz de sanki ilk porno filminin çekimindeyken nasıl bir işe bulaştığını ancak anlayan masum gençler gibiydik. İçerisi bir bakış açısına göre amacına uygun, mükemmel tasarlanmış bir setken bizim anlık bakışımız ile korkutucu bir yere dönüşüvermişti.

Yerde zincirler, kan izleri ve iki tane boş tabut vardı. Kardeşimin tipik şaşkınlık küfrünün ardından kendimizi dışarı atıverdik. Işığı kapattık, yavaşça merdivenlerden yukarı çıktık. Tam da arka girişin önüne gelmiştik ki bizimkisi ısrarla eve geri dönmemizi, sabah olduğunda arkadaşlarla gelip herifin ağzını burnunu kıracaklarını söyledi. Söyledi ama dinletemedi. Orada beklemesini söyleyip üst kata çıktım. Kitaplığın duvar kâğıdı yerine kullanıldığı salonunu da geçip bir üst kata, koridorun sonundaki kapıya kadar yürüdüm. Kapı aralıktı, içeriye baktım. Kıpkırmızı elbisesi ile bembeyaz bir yatak üzerinde yarı çıplak yatan Carmilla’yı gördüm. Hayatımda gördüğüm, göremeyip de bilinçaltımda yuvalanmışlar da dahildir, en şehvetli görüntüydü bu. Yavaşça yatağın kenarına yaklaştım, eğilip elini tuttum onun. Gözlerini açtı, gülümsedi bana. Büyüleyici bir gülümsemesi vardı ama o kitap tasvirlerinde kolaylıkla kullanılabilecek kadar düşük seviyede bir gülümseme değildi bu. Tek omzu açılmış askılı elbisesi ile bana iyiden iyiye yaklaşmıştı, kulağıma eğilip “gidelim buradan” dedi.

Geldiğimiz yolu takip ederek aşağıya indik, Macit karşısında Carmilla’yı görünce mahzende o şaşkınlık ünlemi mahiyetindeki küfürlerin en içten, en doğal örneklerinden birini daha verdi. Düzenli ilişkiye tepki olarak doğan kardeşim farklı gerçekliklerde; dergilerde, internette, oyunlarda yaptığı araştırmalar sonucunda eşsiz bir arşive sahipti. Bu aydınlanma seviyesindeki biri olarak o bile Carmilla’yı gördüğünde diz çöküp tapınmaya başlayacaktı neredeyse. Sarsıp kendine getirdikten sonra kapıyı açmasını söyledim. Tam arkasını dönüp kapıyı açacakken Dracula beliriverdi arkamızda. Karanlığın içerisinden yükselen kadim bir kötülük gibiydi; her ne ise tüm başımıza gelenler içerisinde en korkuncunu birazdan bize yaşatacağı belliydi!

Gözlerini kardeşime dikti ve kardeşim kendini karanlık bir kuyunun içerisinde kötücül bir ses tarafından sahte ışığa sürüklenirken buldu… Ve peşinden gitti o ışığın sahibi gözlerin. Dracula’nın tesirine girip sırt döndü bize. Sonra da tekrar yüzünü dönüp korkunç bir suret ile selamladı bizleri.

Macit birden üzerime atladı, beraber yere düştük. Boğazıma sarıldı, oksijensiz bir ortamın içine çekiliverdim. Nefes alamıyordum. Her şeyin burada, saçma bir yaşanmışlık dahilinde son bulacak olması fikri canımı çok sıkmıştı ama bunu düşünecek değildim. Boğazım sıkılıyordu sonuçta.

Görüntü gittikçe belirsiz bir hal alıyordu, sanki batıyordum… Derine… Daha derine… Yukarı çıkabilecek kadar gücüm olmadığını fark ettiğimde kendimi bırakıverdim.

Defalarca kez tecrübe ettiğim acz dolu anların içerisinde eşsiz bir yere sahipti bu. Çünkü artık her şeyin bittiğini düşünüyordu insan. Bir daha hiç canının yanmayacağı fikrinde teselli buluyordu. Bir daha hiç istemeyecektin, hiç düşünmeyecektin ve hiç bir şeyi sevmeyecektin. Hiç sevmemek korkunç bir hiçliğin içine yuva kurmaktı. O hiçlik içinde arıza çıkardı, şiddetli geçimsizlik sonucu dağılırdı o yuva. Bunun önüne geçemezdik, masal biterdi.

…ve sonsuza kadar yaşadılar, bu kadar mutsuzluk içinde bile bir ölmeyi beceremediler!

* * *

Ayıldım. Ne kadar süre bilincim kapalı, yerde bir ölü gibi yattığımı hatırlamıyorum. Sanki dün barda tavlamaya çalıştığım kız bir film yıldızı çıkmış da ben o yüzden bir fıçı bira içmek zorunda kalmışım, ancak şu saatte kendime gelebilmişim… Her bir tarafım farklı bir nota basıyor, kakofonik bir acı çekiyorum. Montaja gitmemiş bir filmin içindeyim sanki. Bağlayamıyorum kareleri birbirine, görüyorum ama anlam veremiyorum. Bu rock star algımla zor da olsa doğruluyorum yattığım yerden. FRP oyun haritasına benzer bir yerde buluyorum kendimi. Geniş bir düzlük görüyorum, birkaç uzun kavak ağacı var ve ben şu an bir tanesinin önünde kendi şuurumu yakalamaya çalışıyorum… Her şey havada… Her şey uçuşuyor…

Tam olarak kendime gelmem birkaç dakikamı daha alıyor. Sanki yere düşürdüğüm o gözlüğü bulmuş gibiyim. Daha sağlıklı bir görüşe sahip olduktan sonra bir bahçede olduğumu fark ediyorum. Yürüyorum çimenlerin üzerinde, etrafıma bakınıyorum. Sol tarafta, sarmaşıkların çevrelediği bir masada Lucy’yi görüyorum. Ona yaklaşıyorum… Yaklaştıkça karnım ağrıyor, dilim damağım kuruyor, titremeye başlıyorum. Onu ikinci kez kaybetmekten ölesiye korkuyorum. Dokunduğumda yok olacak sanki. Yanına geliyorum. Hafifçe başını bana doğru çeviriyor, saçlarını öbür tarafa atıyor. O gözlerini bana çevirdiğinde dünyanın da yörüngesi onun bakışlarıyla beraber değişiyor. Ben artık başka bir dünyanın içerisinde -farkında olmadan- başka bir şekilde dönüp duruyorum…

Gülerken bir kumsala davet ediyor beni. Gülerken nemleniyor gözleri. Korkunç bir ormanın ardına saklanmış ıssız bir kumsal gibi yüzü ve yolunu kaybetmiş şu zavallı ben, okyanusa çıkan bir yol-sadece bakmasını bilenler için bir yol- buluyorum her seferinde. Yüzünde korkunç çaresizliğime; o umutsuz, biricik bekleyişime; kaybolmuşluğuma kayıtsız kalmayan bir ifade ve kendimi sadece bana ait olan bir kumsalda okyanusa doğru koşarken görebildiğim nemli gözler…

Gülümsüyor, sanki daha önce hiç kalbi kırılmamış biri gibi gülümsüyor. Çok güçlü gözüken, umursamazlık zırhını kuşanan o imrendiğimiz insanlar gibi gülümsüyor. Ben savunmasız bir çocuğum onun karşısında, ben sadece gülümsüyorum. Kendim gibi gülümsüyorum… Bana şefkatle bakıyor ve “seni çok özlüyorum” diyor. İnanmıyorum önce, böyle gülümseyen biri doğruları söyleyemez diyorum. Sonra hemen teslim oluyorum ama bütün ömrüm boyunca bana gülsün istiyorum. Yalandan da olsa bana gülümsesin istiyorum… Buna çok ihtiyacım var…

“neredesin” diyorum, sesim çatallaşıyor, zayıflıyorum ben de havada yayılan sesimle beraber. Sadece kaybettiği şeyler hakkında konuşanların duyabileceği bir frekansta konuşuyorum onunla. O da beni duyuyor, “o da bir şeyin eksikliğini taşıyor içinde” diye seviniyorum bir an. Gerçekten beni özlediğine inanıyorum…”buradayım ama biz hiçbir zaman tekrar eskisi gibi olamayacağız” diyor. “sen beni görüyorsun ama o ben değilim; bana dair parçalar var onda. Sana yalanlar söyleyecek, aldanma. Kurtar beni, kalbimi al… Kalbim sonsuza kadar senindir ”

Dalgaların sesini duydum kayalıklara çarpıyorlarken. İki damla gözyaşı döküldü gözlerinden… Düştü masaya çarptı… Bütün gerçekliğimiz sarsıldı. Sanki basınç değişmişti. Vurgun yemiş gibi oldum bir an için… Sonra o mutlu anımız ortadan ikiye yarıldı, içinden ben yüzeye çıktım.

* * *

Kendime geldiğimde kardeşim bugüne kadar çaktırmadan, sistematik bir biçimde sürdürdüğü beni öldürme projesine hız vermiş gözüküyordu. Sanırım bayıldığım için beni bırakmıştı. Ayıldığımı görünce o da şoka uğradı. Sanki benim olası bir erken ölümümden sonra artan servet beklentisi babamın ona bir bok bırakmadığı vasiyetini görmesinin ardından boşa çıkmıştı. Aynı böyle her tarafından enayilik akan bir ifade vardı yüzünde. Şaşkınlığını atmasına izin vermeden ayağa kalkıp suratının ortasına tekmeyi yapıştırdım. Bir de kamçım olsaydı bu egzotik mekândan kadınımla beraber kaçıp Indiana’ya selam edecektim. Eldeki imkânlarla yetinecektik artık. Yerden aldığım gümüş çubuğu Dracula’nın alnının çatısına indiriverdim. Oracıkta yığılıverdi dağ gibi adam. Kızı kolundan tuttuğum gibi dışarı çıkardım. Sonra dönüp kardeşimi sürükleye sürükleye dışarı çıkardım. Karaya vurmuş bir balina kütlesindeydi neredeyse ama ben yine de onu dışarı çıkardım. Üstelik her şeyi onun yiyip benim küçük kalmam trajedisinin müsebbibi olmasına rağmen bunu yaptım. Umarım utanır da biraz abisinin kıymetini bilir.

* * *

Dışarda nefeslenirken Carmilla bana baktı ve kelimeler ilk defa yerli yerine oturdu:

“Sonra yüz yüze karşılaşacağımızı söylemiştim. Daha önce de karşılaşmıştık biliyorsun; ama artık sonrası olmayacak. Seni ve geçirdiğimiz günleri unutmayacağım. O ilk rastlaştığımız bankta her şeyin daha güzel olacağına dair bir umut belirmişti içimde. Öyle de oldu. Gidişimi anlamlandırdığın için teşekkür ederim… Seni seviyorum… Seni şu an yaşamaktan çok seviyorum... Öldür beni…”

Dizlerimin bağı çözülüverdi, sendeledim, güçlükle dengemi buldum. Yerde demir bir çubuk vardı. Gözlerinin içine baktıkça ileriye değil geriye doğru koşuyordum… Geri kalan her şey silikleşiverdi, yalnızca ikimiz kaldık. İki kişilik bir dünya kurup da tam vuslata ermişken bunu kendi ellerinle yıkmak kadar korkunç bir şey ile imtihan ediliyordum… Onu kendimde hissedebilecek kadar yaklaşmıştım… Demir çubuğu havaya kaldırdım… Bana eksik kalan, ömrümüz boyunca anlam boşluğuna çare bulamadığımız tüm o şeyleri hatırlatan bir gülümseme ile veda ediyordu…

Her şey, bir köşelerde sakladığımız düşler bile, teker teker çöküyorlar. Terk edilmişliği tecrübe ediyor dünya, her şeyini kaybetmenin özgürlüğünde sarhoş oluyor. Sinirleri bozuluyor herkesin, eski bir otoyolun ortasına çöküp ağlıyoruz. Ne eski fotoğraflar ne de yeni yüzler görebilmenin heyecanı kalmış hayattan geriye. En çok seni, kendimi, benim olmayan bir şeyi, doğrusu artık benim olmayan bir şeyi düşünüyorum ben… Kanlar her yere saçılıyorlar… Beni, kalbimi de al, yolun üzerinde hala atmakta olan kalbinin yanına koy…

Lucy’yi gidip Dracula’nın arka bahçesine gömüyoruz. Bu sefer onu kaybedişimin bütün aşamalarını tek tek yaşıyorum. Onu öldürüp gömüyorum hem de bu sefer gerçek anlamda yapıyorum bütün bunları. Macit son kez küreği toprağa vurup Lucy’nin üzerini örtüyordu. İkimiz de bir süre sessizce yağmurun yağmasını bekledik… Belki yağmur yağsaydı acılarımızın kalıntıları toprağa karışırdı. Benim sevinçlerim, hakiki gülüşlerim çoktan toprağa karışmıştı… Lucy ile beraber eski ama her zaman değerli kalacak bir kitabın son sayfası da kapanıyordu. Lucy, geriye olabilecek tüm güzel şeylere dair hoş bir his bırakıp gitmişti.

* * *

Güneş tekrar doğmuştu, zaten batmasına izin de verilmezdi bizim buralarda. Güneşin batmadığı, parası neyse verilip hususi hizmetimize açıldığı imparatorluğumuzda yeni bir gün başlıyordu. Yandaki ev yine boştu. Dracula olayın ertesi sabahı kanatlanıp ülkesine dönmüştü. O gece orada yaşananları da bizden başka bilen yoktu. Anlatmamız halinde de ülkenin önde gelen delilerinden biri olacağımızdan hiç kuşkumuz yoktu.

Macit “lavuk göt korkusundan sabah erkenden kaçıvermiş ülkesine. Zaten kaçmasaydı bizim çocuklarla yakardık o evi!” deyip içinde bulunduğumuz manasız ana bir anlam yükleme çabası içerisindeydi. Bense kaçıncı kadehi içtiğimi bile unutmuş bir halde öylece bahçe kapısını seyrediyordum…

Güneş yüzüme vurdukça bende aşikâr bir aptallık sezinleniyordu. Güneş, beni yakıp kül etse de toz olup uçuversem… Anlamsız gelecek ama -tıpkı birbirimize anlatamadığımız diğer tüm o şeyler gibi- şu an çöllerde deliler gibi koşturup uçan çalıları kovalamak istiyorum. Amaçsızca, bir amok koşucusu gibi koşup en sonunda fazla çabadan ölmek istiyorum. Bu, yapamadıklarının pişmanlığından kahrolmaktan iyidir.

…sarhoş muhabbeti çekmenizi istemem ama… Şu hayatta tek bir kızı sevdim, tek bir güzel geleceğe inandım, onu da mağlubiyetime vurgu yapmak ister gibi iki kere elimden aldılar! Beni iki kere öldürdüler ama hala “yaşayacaksın” diyorlar… Övünebileceğimiz, esasında bizim kendimizin övünç kaynağı kıldığı, bir sürü özelliğimiz var. Sahip olduklarımız için şükredebilir, bizlere meleklerin dokunduğunu düşünebiliriz. İşte o kadar acınası bir haldeyiz… Ben o’nu istiyorum, bir tek o’nu…

Her şeyi unutturacak bir şeyler bulabilirim, bunun için bir sürü yol var. Kendini bir bok sanan oryantalist zevzekler gibi daha doğuya gidip zevk âlemlerinde erotik hafıza kısırlaştırıcılar alabilirim. Zevke boğulup şimdiki zamana çivi çakarım, geçmiş sadece artık ölmüş, kimsenin kullanmadığı bir dil olur. Onunla ilgili konuşurken bile bugünün dili ile konuşuruz, asla onu eskisi gibi yaşayamayız. O da zamanla kitaplara yazılır, sadece çok çabalayanların okuyabileceği kitaplara dönüşür. Her okuyan kendi hikâyesini okuduğunu sanır. Ben acılarımı başkalarına paylaştırırım… Azalır gibi olur ama hiç bitmez... Belli ki hiçbir zaman geçmeyecek…

Başkalarının sevgililerine aldıkları yaşayan çiçekler defter aralarında kurutuldular ve sonra defterlerle beraber tozlu tavan aralarına kaldırıldılar. Kurutulmayıp sulananlar ise birinin cenaze çelengine monte edildiler. Hiçbir çiçek görmedim ki zamana isyan edip haklı çıksın, hiçbir çiçek yok ki ilk günkü canlılığını koruyup geçmişin görkemli hayalini layığıyla temsil edebilsin… Her güzel şeyin bir sonu var, daha doğrusu ve bizim için daha anlaşılırı: her güzel şey ölmek zorunda…

Bilim adamları yüzlerce kez denedikten sonra bizim burun kıvırdığımız o büyük buluşlara imza atıyorlar. Ben ampulü bulan adamın emeğini hiçe sayıp tüm olayı ışığı açıp kapamaya indirgiyorum. Zamanla daha da basitleşiyor her şey… Uyumak istiyorsam kapattığım uyumamak istediğimde ise açtığım bir şeyi ifade etmekle yetiniyor bütün o büyük bilimsel atılımlar. Ben… Ben ilgilenmiyorum… Hiçbir şey öğrenmek istemiyorum, hiçbir şeyi başarmak istemiyorum, hiç kimseyi görmemek, hiçbir şey dinlememek istiyorum. Sadece duyumsamamla özdeş, benim gözlerimden bakan biri olsun. Ona bana gerçekten dokunma şansı verilsin, gerçekten ruhuma dokunabilsin. Birbirimize baktığımızda gerçek yüzlerimizle tanışalım… Beni yavaşlatan tüm o diğer uyaranları etkisiz hale getirdiğimiz küçük bir krallık kuralım onunla. Orada kısa bir süre olsa da var olabilmek beni çok mutlu ederdi…

Çok fazla konuştum, sarhoşların daha kolay uykusu gelir… Hem artık daha fazla yoruluyorum… Konuşamıyorum… Birbirimiz için susmamalıydık, susunca bir daha birbirimizi bulamıyoruz… Siz ve ben ayrı yerlerde sızacağız... Ve biz, biz aslında tekiz.

* * *

Macit bir sonraki öğün ne yiyeceğini, akşamki maçı, kazanacağı parayı, o kızı nasıl eve atabileceğini düşünüyor şu anda. Ona daha büyük, daha anlamlı bir şeyin; “ama nasıl anlatsam bilemedim”lerle geçiştireceğim bir şeyin varlığını nasıl hissettirebilirim ki? Birbirimizi nasıl anlayacağız ki? Hiçbir zaman birbirimizi tanıyamayacağız ve söylediklerimizin çoğu kişisellik bariyerine çarpıp epistemolojik bir uçuruma yuvarlanacak.

Peki, şimdi ne yapacağım? Ne uğruna, kimin uğruna yaşayacağım? Peşinden gidilecek hiçbir şey yok… Nasıl dayanacağım, nasıl yarın yine hiçbir şey olmamış gibi uyanacağım?

…Macit omzuma dokundu, “belki yaşanmış yaşanacak onca hayal peşinden koşmak içindi… Mutluluk o peşinden koşmanın kendisiydi, biz yanlış yerlerde aradık” dedi. Sinek vızıltısı muamelesi yaptığım sesin davudi bir sese dönüşümüydü bu. Sandım ki Macit birazdan lafı öyle bir yere bağlayacak ki kalkıp hiçbir şey olmamış gibi televizyon seyredeceğiz ve ben geceleri uyumadan önce ağlamayı bırakacağım. İşte ben bu beklentiler içerisinde Macit’in yüzüne baktım… Macit ise ”Amerikan güreşi var abi, gel izleyelim” dedi. Sanki demin başkasının repliğini çalmıştı Macit, şimdi de tekrar kendi karakterine geçiyordu… Az önceki cümlesi beynimde yankılanan Macit yine bir sivrisineğe dönüştü benim için.

“Dövüşün bile Amerikan olanını izliyorsun sen de ha!”

Bozuldu, Türk’ün şanına leke sürecek bir davranış içinde olduğunu düşündü belki içten içe. İçinden küfür ederek içeri televizyon seyretmeye gitti… Kardeşim tam bir sığır ama yine de son söylediklerini bir düşüneceğim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder